kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Aralık 2023 Çarşamba

Gri Saçlarında Kahkahalar Saklı Güzel Kadın*

"Son cümlenizle ilgili tesadüf, sanırım bir yazıya bile konu olabilir. Umarım yazabilirim," demiştim; hayatımın en izi kalmış, en kıymetli insanlarından birinin çok çok değerli yorumundaki övgülerine verdiğim yanıtın içinde... Umarım yazabilirim demiştim ama kadim bir hayalin gerçekleşmesi için yoğun, yazmak için fazlasıyla kurak mevsimlerim başlayınca da ummakla kalmıştım.

O yazıyı yazamadım; bunun sebebi o günden sonraki iletişimin, yazdığım yorumların ve aldığım yanıtların her birinin defalarca okunup, gülümsenip, bir sandıkta biriktirilip, sıklıkla açılıp bakılıp, sonra yine o sandıkta saklanılası nitelikte olmasıydı. O bir yazardı, öğretmendi, blogunun ve kelimelerinin bir müziği vardı. Sayfasına ön iliklenerek gidiliyordu ve bundan da çok büyük zevk alınıyordu. Bir o kadar da besleyiciydi satırları. Aynı lisede okumuş olmaksa başka bir lezzetti bu çocuk için.


Hayatımın en keyifli iletişimiydi. Özellikle şu cümleleri içeren ilk yorumu çocuk sevinçlerimi zıplatmıştı: "MERHABA SEVGİLİ BURANEROS... HİÇ ADETİM OLMAYAN BİR ŞEYİ YAPIYORUM ŞU AN.. YANİ BENİM SAYFAMI ZİYARET ETMEYEN...ve YORUM BIRAKMAYAN BİR KİŞİNİN SAYFASINA YORUM YAPIYORUM.. ÜSTELİK AĞZI BİR KARIŞ AÇIK, UMDUĞUNUN FEVKİNDE BİR ANLATIMLA VE DONANIMLA BAYILA BAYILA OKUDUĞU BİR YAZIYA!!! ŞU ANLIK BU KADAR YETER HOŞBULDUK YANİ!!! ŞİMDİ BLOĞUNU BİR HALLAÇ PAMUĞU GİBİ ATMAYA GİDİYORUM.. MÜSEBBİBİ EVRENDİR! FAZLA ZORLARSAK AKRABA ÇIKMA İHTİMALİ BİLE VARDIR!!!! :)))... **

Sonrası hayatımın en güzel iletişimiydi, enfes yorumlar yazıyorduk. O sinyali vermişti ama o kadar tez zamanda olabileceğini düşünmemiştim. Oysa bir hayalim vardı; çok sevdiğinin altını çizdiği Evren, ben ve O, onun piyanosunun başında, elimizde şarap kadehleriyle kaç ciltlik kitap olur bir sohbetin koyuluğunda,

ve dünyadan kopuk bir fanus içinde,

enfes cümlelerden müteşekkil üç kişilik bir yok oluştu bu.

Oysa ne diyordu Pinhani'nin enfes şarkısı: Zaman beklemez. Hayatımın en kıymetli kayıplarından biriydi an. Üç kadeh boş kalmış, akıp giden cümlelelerin devamı tamamlanamamıştı. Buna rağmen şu satırları toparlarken bile sanki; O'nun piyanosunun başında şen şarkılar söylüyoruz... üstelik dolu kadehlerle...

Cehennem Deresi'ni uzun zaman elime alamamıştım. Şarap gibi her kitap da beklermiş demek ki bi ânı. Bir solukta okudum. Bir eleştirmen gözüyle bakmadım...

Bakamadım.

Çokkk sevdim.


​*Başlıktaki tanımlama Sevgili Evren'e aittir. 

** Sayın Gülsen Varol'un bu yazıdaki yorumu ise şu yazının yorum kısmında...


Yazının 2.bölümü içinse buradan lütfen


17 Ekim 2023 Salı

Yeni Yetmelerin Arasında Bir Usta

"james joyce'un Stephen Dedalus'u böyle gezer hep."

demiş,

ve sonuna bir gülücük işareti koymuştu, Deeptone Üstad'ımız;

Kasabada Bir İrlandalı başlıklı bir önceki yazımın yorum kısmına...

"O zaman bu kitabı alıp okumalıyım ben,

teşekkürler Deep,"

diye de yanıtlamıştım.


Sonrasında ise bir aydınlanma yaşıyorum ve sağ cenahımdaki kitaplığa bakıyorum; orası tevellütü daha eski kitapların olduğu yer...

Ulysses orada ve bana gücenmiş;

okumadığım için değil, unuttuğum için,

daha doğrusu ilk heyecanla varlığını hatırlayamadığım için!


Özür diledim elbette... Anlayış gösterdi, onu sol cenaha, okuduğum diğer -daha ince- james Joyce kitaplarının yanına taşımak istedim;

O istemedi!

"23-07-2012'den, (üstelik fiyatım 37 liraykenden beri) buradayım ve arkadaşlarımdan memnunum," dedi.

Açıkcası, çok klas ve görmüş geçirmiş ve hatta ermiş kitlenin arasından ayrılıp da sol cenahtaki yeni yetmelerin arasına bütünüyle karışmayı ben de istemezdim, elbette onca yıldır -kırk yılda bir teşebbüste bulunulup- sonuçta okunmamış olmayı da!

Lakin bunlara ve arsızlığıma rağmen, onun sol cenahtaki sembolik bir kitle ile fotoğrafı olsun istedim. Çok sevindiler ki buna şaşırmadım, şaşkoloz olan bendim, çünkü o cenahta da, daha yakın tarihli ve okuduğum -bayağı ince-  bir kitabı vardı üstadın.

Sonuç itibariyle -nasıl becerikli bir fırdöndüysem- ne şişi yaktım ne de kebabı.

Her ne kadar ustanın yüksek anlayışı sayesinde olsa da bunlar, ben yine de;

utancımı yaşatmadan, haddimi bildirmeden, salmadım kendimi!

10 Eylül 2023 Pazar

Kafa Dengi

Son sayfalarında olduğum, bir nefeste bitecek kitabım da mini sırt çantamda. Kirli, ama temiz kalabilenler için aslında zevkli, ve aslında eğlenceli bir dünyadan temiz, mavi, ufak hislerle mutlu olabilen insanların dünyasına çıkıp, sol, proleter ve insan kimliğimi kuşanmak; iyi geliyor bana.

Ay olması gerektiği kadar güzel, deniz mutedil, iskele ve ucundaki kafe davetkâr...

Masaları ve oturakları yüksek olmasa bu akşam kesin gideceğim ve bence bölgenin en güzeli, terası neredeyse karşı kıyıyı görecek; bünyeyi olağan hayatın kirlerinden bir gemi güvertesindeymişçesine kurtarıp bir masalın içine dahil ederek kendi masalını yaşatacak kadar güzel bir mekân!

Fakat niyetimde ara sıcak tadında bir kitap okumak, artık bir fikrim olan kahramanın hayatına, onun kadınlara bakışıyla ilgili olarak özellikle kadınlarından birinin finali nereye taşıyacağı konusundaki öngörümün doğruluğunu test etmek; kitabın saf, gerçekçi, mizahı incelikli ve temiz dünyasında yok olmak istiyorum.

Dolayısı ile mekânda bira kısmı şimdilik kalabilir.


Afiyet'deyiz, güçlü kitapların ardından bir yudum Genazino iyi soğutulmuş bira tadı veriyor bana. Gerçi bu akşam çay pasta yapıyoruz ama, ileriki günlerden birinde, yine güçlü kitaplar ardından çek bir Genazino dediğinde zaman... Elbette hayali boşa çıkarmayıp vereceğiz hakkını. Elde okunmamış, o ara sıcak hâle çoktan hazır ve o günü okunmayanlar rafında sabırla bekleyen, adı pek güzel, bir Wilhelm Genazino kitabı daha var.

6 Eylül 2023 Çarşamba

Piksel Piksel

Macar yazar Dezső Kosztolányi'nin Tarlakuşu adlı romanını bitirip de yazısını yazdığım gün Leylak Dalı öğretmenimiz dikkat çekici yorumuna bir de link ekleyerek diyor ki: Eğer okumadıysanız size şahane bir kitap tavsiye edeceğim, yine bir Macar yazardan.

Okumadığımın ve kendisini tanımadığımın altını çizen bir teşekkürle yanıt veriyorum ve linki tıklıyorum.

Kitaptan bir tane var. İkincisini enn sevdiğim kadın için deli gibi arıyorum tüm yayınevlerinde...

Babannemin aradığı bir şeyi bulamadığındaki deyişiyle: Sanki yer yarılmış da içine girmişler!

Yok oğlu yoklar!

O zaman daha önce de altını çizerek tekrar ettiğim gibi ve belki de hayatımın sonuna kadar tekrar edeceğim ve onları asla unutmayacağımız Hatay'lı abilerden Musa Abi'nin cebinden çıkardığı mandalinalarla birlikte dilinden çıkan muhteşem cümle geliyor aklıma: Bir tane olsa paylaşırdınız, ama zaten iki tane var.

Hemen alıyorum tek kitabı.

Sabırsız bekleyişim sonucunda kavuşuyoruz birbirimize ve hemen okumaya başlıyorum; zaten kısa bir roman ancak enn sevdiğim kadın tatile gidecek ve sanıyorum ki iki gün sonra. Onunla buluşturmak için bir an önce bitirmem gerek.


Enfes bir yaz akşamı, günün ışığı muhteşem. O halde gelenek olduğu üzere Lozan Caddesi'ne ve Afiyet'e.

Günün önemli ve özel olduğunun o an için farkında değilim. Ay dikkatimi çekecek kadar muhteşem. Siparişlerim masada. 67 doğumlu yazar Krisztina Tóth, Gün Benderli'nin enfes çevirisi ile beni kafadan ele geçirmiş durumda. 168 sayfalık roman dikkat çekici; sevimli ve cin fikirli ara başlıkları ile beni benden alıyor. Satırlar sel olmuş akıyor ki ben çoktan yok olmuşum, harfler yok olmuş, bizzati olay mahallerinde bir gerçekliği -bir kez daha- rüya sanarak yaşıyorum.

Farklı öykülerle ve farklı bir karakterle tanışıyorum sanki ama öyle de değil! Krisztina bir büyücü ya da büyü kaleminde. Cin fikirli, zeki ve farklı bir karakter olduğu, yazarken çok eğlendiği, kurguyu okura göre değil de kendi keyfine göre oluşturduğu kesin.

Ve şundan çok emin ki en azından belli bir okuru kendine özgü üslubu ve kurmacaları ile ele geçireceğinden zerre kadar şüphesi yok. Elbette okurken zihnimde bir kadın tasavurum var, lakin görsel manada an itibariyle ve özellikle bir merakım yok. "Tecrübeli bir şahsiyetim ben de," diyorum ve bir tahminle elimdeki kartları, sonucu beklemeden, peşinen masaya açıyorum.

Bütün bunları 30 Ağustos akşamı yaşıyorum. Lozan Caddesi'nin üzerindeki ay açısıyla muhteşem ve ben için etkileyici olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor ama güzel duruşu, havanın pek hoş serini, kitaptan alınan lezzet ve enfes çay onu da bu kareye dahil ediyor. Ve ben hiçbir ayara bulaşmadan otomatik olarak çekiyorum fotoğrafı.


Oysa çok özel bir gösteriymiş ân ve benim cahil kafam bu özel hali bir fotoğraf hoşluğu dışında zerre kadar bile anlamlandıramamış. Ta ki ben Sevgili Okul Arkadaşım'ın 31 Ağutos tarihinde Her Güne Üç Güzel Şey adlı bloğunundaki yazısını okuyana kadar.

Bu uyanışla birlikte onun yazısının altına eklediğim şu cümleleri buraya da eklemek farz oluyor; kişisel tarihime bir bilgisizliğimi kaydetmek üzere: "Ben dün akşam bilmeden Mavi Ay'ın fotoğrafını çekmişim demek ki Sevgili Okul Arkadaşım, bugün sözde bir yazı yazacaktım ve o fotoğrafı kullanacak ama mavi ay olduğunu bilmediğim için altını çizemeyecektim. Yarın yazarsam ki yarın başka bir yazı muhtemelen, bir sonraki gün fotoğrafı gururla sunabileceğim şimdi.

Teşekkürler."*



Keyifle yürüyoruz eve doğru, kitapla konuşuyoruz, Krisztina hakkında ağzından laf almaya çalışıyorum; amacım tasavurumdaki karakterin fiziki durumunu görmeden önce tahminlerimi teyit edecek ipuçları elde etmek. Kullandığı az ama öz erotizm dikkat çekici. Bazı bünyelerde ürküntü yaratıp bu ne şimdi dedirtecek düzeyde.

Cesurca...

Bir meydan okuma hissi vermiyor değil!


*Sevgili Okul Arkadaşım'ın yazısı

1 Eylül 2023 Cuma

İki Ferenc Bir Epepe

Macar yazarlara ilgim her ne kadar Magda Szabo ile başladı desem de aslında benim için her zaman başyapıt olan Pal Sokağı'nın Çocukları süreç içinde sadece bir başyapıt olarak kalmamış, değişik zamanlarda hayatımın enn güzel ânlarını yaşatmış, kumbaramda derin izleri olan ama çok güzel izleri olan çok özel heyecanlar da katmıştır, daha sonraları! Dolayısıyla Ferenc Molnár tanışıklığı ile başlamıştır aslında Macarlara tutkum ama henüz farkındalığım yükselmediği için bilinç noktasından bakarsak ilk okuduğum yazar Ferenc Molnár olsa da tutkum Magda ile başladı kısmı yönlendirme ve farkındalık açısından daha gerçekçi ve doğrudur.

İlkokuldaydım, okumayı iyice sökmüştüm ve tekrar etmekten asla bıkmayacağım normal ama unutulmaz bir mahallede en alt kat kira evde kalabalık, 8 kişilik bir aile olarak yaşamaktaydık ve genç bankacı halamla iş çıkışı onu almaya bankaya gittiğim rutin akşamlardan birinin en güzel saatlerinde, Fıstıkçı Tahsin olarak tanınan ve ne ararsan bulunan kişinin minik mağazasından içeri girmiş ve ciltli Altın Masallar'dan artık çocuk romanlarına evrilme zamanımın geldiğine karar verilen evrede kitabı almamızla başlamıştı, Macar dünyası ile tanışıklığım.

Henüz taze filizler açmakta olan ve olgunlaşma yolunda emekleyen zihnim enn sevilenler ya da sevilenler noktasında kategoriler oluşturamadığı için de sadece çok keyifle okunanan ve kendi mahalle savaşlarımız nedeniyle de özel sevilen bir kitap olmuştu, Pal Sokağı'nın Çocukları.

Çocuk ben henüz derin analizler yapabilecek farkındalıklara sahip değildim ama umut vaadediyordum ve bu kitap nedeniyle hayatımın enn kıymetli bir ânını uzun yıllar sonra yaşayacağımı hayal bile edemiyordum!


Enn Sevdiğim Kadın'ın bana aldığı ve enfes bir akşamda, sohbetli bir rakı masasında, harikulade bir mekânda ve ben onun gözlerinde yok olmuşken; O'nun uzattığı kitapla da ikinci Ferenc ile tanışmış oluyorum.

Velhasıl aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir Ferenc daha katılmıştı hayatıma.

Bakalım onu da sevip benimseyebilecek miydim?


İlk sayfada Budai ile rastlaşıyorum. İlginç bir karakter, kafadengi gibi, akademik bir kişilik, dil bilimci. Bir toplantı için ve benim için çok özel bir ülkede... Matrak bir şahsiyet gibi duruyor ve bir otelde kalıyor lakin fena halde dilden kaynaklı olarak iletişim sorunu yaşıyor ki karanlıkta ıslık çalmak gibi bir hal onun iletişim çabaları. Lakin benim bir avantajım var: Lise yıllarımdaki penfriend'imin ülkesindeyiz. Durumları algılamakta bir sorun yaşamıyorum. Ve bu Ferenc, yani Ferenc Karinthy de kelimenin tam anlamıyla bir fırlama. Öyle bir Budai yaratmış ki yeme de yanında yat.

Tanışma anından itibaren takılıyorum peşine.

Nereye gitse onunlayım.

Bırakamıyorum, sürekli takipteyim. Fakat Ferenc de bir fırlama, yarattığı merak fırtınasının peşine gel de takılma ki şahsen ondan aşağı kalır bir yanım olmamakla birlikte sadece onu izlemeyi düşünüyor, maceraya dalıp da olaylarda ortaklaşmayı düşünmüyorum.

Lakin kendimi de zor tutuyorum.


Gitmemiş olsam da sanki şehri ondan daha iyi biliyorum, her ne kadar benim penfriend'im Anne başka bir şehrinden olsa da ülkenin; onunla yazıştığımız süreçte ben ülkenin altını üstüne getirmiştim. Şu an Budai'yi izlemekle yetiniyorum. Ona yön verme çabam yok; çünkü o yeni konuşmaya başlayan meraklı bir çocuk gibi neyi görse el atıyor.

Bu arada durum epey de korkunç bir hal almaya başlıyor. Fakat öncesinde hadi diyorum, seni ülkeme götüreyim. İtiraz etmiyor, çünkü paralar suyunu çekmek üzere. Karnının aç olduğunu düşünüyorum ama onun uzun boylu atıştırmaya niyeti yok; sanırım yola çıkmadan önce bir köşede halletmiş bu işi. O zaman diyorum başladığım her kitapla mutlaka uğradığım ve en bayıldığım okuma noktama götüreyim seni; O ise bizim sahili merak ediyor. Tamam, diyorum, sahilden yürüyerek gidelim, emin ol sakinliğini çok seveceksin.  Denizden iç kesimlere doğru uzuyoruz. O merakla etrafı tarıyor. Ve şirin parkın içindeki Down Kafe'yi fark ediyor. En sevdiğim yer diyorum, istersen kankalarımla tanış. Seviniyor. Kankalarım formalarıyla; Samsunspor aşkları alev alev. Kucaklaşıyoruz ve  Budai'yi çok seviyorlar. Birer kahve içip, tip box'ı asla boş geçmeyip, vedalaşıyoruz ve Lozan Caddesi'ne kıvrılıp Afiyet'de her zamanki masama yerleşiyoruz.

Pastaları ben seçiyorum; çok seviyor ki ben de bayılırım. Uzun uzun konuşuyoruz, ülkesini özlediğinin farkındayım ve aynı zamanda katılamadığı, daha doğrusu katılmayı beceremediği bir toplantının telaşını da yaşıyor.

Üstelik paralar da suyunu çekmek üzere.

O sırada bizim şehre geldiği, aslında akademik bir toplantı için bulunduğu ama katılmayı beceremediği ülkenin malum şehrinde durum karışık ki o bölümü okurken ben bile fena oldum. Mizahla adımlar atarken şehirde, bir anda kendimi neredeyse ateşin ortasında buldum. Okuduğum mizah temelli bir kitap değil miydi tereddütü bile yaşadım. Sonra bunu Ferenc Karinthy'ye de söyledim, kitabı bitirince; ki fena kahkaha attı.


Elbette Ferenc Molnár'dan ve Pal Sokağı'nın Çocukları'ndan söz ediyoruz. Ortak kahramanımız Nemeçek'i anmadan geçmiyor, macunlardan bilyelere kadar her şeyi konuşuyoruz. Mahalle savaşlarını da elbette... Ferenc de burada olmaktan memnuniyetini ifade ediyor. Peki ne olacak bu Budai'nin hali diye soruyorum elbette; ama ben henüz o sırada kitabın o bölgesine gelmemiş olduğum için, ser de vermiyor sır da...

Dag Solstad'ın bir kahramanının ziyaretime geldiğini, kendisiyle bir mekânda sol tandanslı, iki ülkenin kitlelerinin ideolojik yaklaşımlarını kıyaslayan enfes bir sohbet yaptığımızdan bahsediyorum ki haberi olduğunu, konuyu Dag'la daha önce konuştuklarını, bu nedenle de beni tanımak istediğini ve Budai'nin geldiğinden haberdar olunca da bunun bir fırsat olduğunu düşünerek, uçağa atlayıp geldiğini söylüyor.

Karşılıklı teşekkürler ve uzun bir sohbetin ardından birbirimize sarıldığımız esnada gülerek "Budai sana emanet, Ferenc" diyorum. Kardeşi arıyor, o üç harflisi ile geliyor ve onları birlikte havaalanına götürüyor ve uğurluyoruz.


*Dag Solstad'ın roman kahramanı ile sohbetimiz Lise Öğretmeni Pedersen'le Öğle Arası başlıklı linkteki yazının Lise Öğretmeni Pedersen'le Lise Öğrencisi Fikirdaşlığımın Tanışması! alt başlığından sonrasındadır.

20 Ağustos 2023 Pazar

Macar Yazarlar Candan Öte

Macar yazarları severim, baş tacım elbette Magda Szabo, çünkü onun Kapı adlı romanıyla başladı Macar Edebiyatı tutkum. Sonra kime rastladıysam kaptım kitabını ya da kitaplarını ki en ilginç yazar, 1888'de doğup 1919'da ölen, romanlık hayat öyküsüyle baş döndüren Géza Csath oldu: Ülkemizde çıkan tek öykü kitabı Afyon sayesinde tanışmış oldum onunla ve yaşam öyküsüne bakılırsa başkaca da bir kitabı olmamıştır diye düşünüyorum.


Elbette Tarlakuşu da kaçmazdı. Kitap 2019'da basılmış ve ben de havadayken kapmıştım. Bir süre kendisi kitaplığın okunmayanlar bölümünde istirahatte kalmış bu da pandemi sürecine denk geldiği için onun adına şanssızlık olmuştu. Çünkü tüm ülkece okuma heveslerimizin ve hızımızın kesildiği nadir bir süreçti pandemi.

Can derdine düşmüş, bilinmez bir düşmanla savaşa girmiş, uzunca bir süre hayattan da el ayağı çekmiştik.

Yasaklar kalktıkça ve hayat normale dönüp de o günleri unuttukça, yeni normalimizde kendimizi ufak ufak eskiye döndürmeye başlamıştık ama yine de yavaştık. Henüz, Hayat Bayram Olsa'nın nakaratlarındaydık ki şahsım sinemaya adımlar atmaya başlamıştı.

Lakin kitaplara konsantre olmakta hâlâ zorlanıyordu.

Önceki gün onu bulunduğu yerden aldım ve bu kadar bekletmiş olmama şaşmadım çünkü süreçte zaman kavramım da göçük altında kalmıştı.

Dezső Kosztolányi de tanımadığım bir Macar'dı. Kitabın sayfasına attığım 31.10.2019 tarihine göre el sıkışmamızın üzerinden dört yıl geçmişti.

Önce gönlünü aldım ki tavrı anlayışlıydı, "Zor günler geçirdiniz ülkece, farkındayım," dedi. Bir kahve yaptım. İlk sayfadan bismillah dedim lakin ben yok oldum. Kendimi ararken kitabın içinde kahramanlardan biri olarak buldum. Tüm satırlar görsele dönmüş, kelimeler yok olmuş, ben kendimi Macaristan'da bulmuş ve bir anda herkesle kanka olmuştum.

O konser senin, bu opera benim dolaşırken; Barros Kahvehanesi'nde en yeni şarkıları dinlemiş, Magyar Kiraly'da lezzetli yemeklerin tadına bakmış, şehir kulübünde kafa çekmiş, tiyatroda üç perdelik müzikli oyun Geyşalar ya da Bir japon Çay Evinin Hikâyesi'ni izlemiş, önce ailesi sonra da bizzat Tarlakuşu ile tanışmıştım.

Süreç aslında biraz dokunaklı lakin artık kanka olduğumuz Dezső'nün dili muhteşem: Üç kez distile edilmiş, yeterince damıtılmış enfes bir mizah ve hüzün.

Farkındaysanız yazı dili demedim, çünkü ben de öykünün kahramanıydım, her ânı o coğrafyada birebir yaşıyordum.

Anne babası ile aynı fikirde olmasam da sanırım Tarlakuşu'na daha yakındım, sevdim. Enfes bir tren yolculuğu yaptım onunla, o esnada gittikçe yakınlaştım, anladım ve onun güzel yüreğini gördüm; tanıştığımıza çok sevindim.

Veda vaktine yaklaştıkça şehirden ve zamandan ayrılacağım için üzülmeye başladım. Arka kapağı kapattığımda ve ayaklarım yere bastığında yüzümdeki tebessüm bana teşekkür ediyordu.

Ve dedi ki:

"İyi ki bu yolculukta seninleydim."

189 sayfada bu ne zenginlik diye sormayın lütfen bana.

Verecek bir yanıtım olmaz;

bir kitapsa söz konusu olan!..

Çünkü:

Dedim ya,

ben okumadım,

yaşadım!

16 Mart 2023 Perşembe

İki Kitap, 40 Yıl Sonra Milano, Ve O

Ortaya karışık bir yazı...


Kısa Süre Önce Yaşanan

Cumhuriyet Meydanı'nı geçiyoruz. İkilemi henüz çözmüş değilim, derken içimdeki cevval olaya el koyuyor ve kararı netleştiriyor. Bu da aslında benim işime daha çok geliyor; Gar İstasyonu'na yaklaşırken ayaktayım ve iniyorum. Onca yıl sonra, ve son bir ay içinde ikinci kez Milano Pastanesi'ndeyim.

"İki kesme lütfen."

Sonra ilave ediyorum, "Şehirdeki en iyi kesmeyi siz yapıyorsunuz."

Uzun yıllar önceden bir sevgili giriyor zihnime. Çok keyifli, heyecan verici ve coşkulu bir ilişki. 22-23 yaşlarında iki genç, kadın olanı İzmirli; taze bir İngilizce öğretmeni, üstelik tanışma kısmı kesişmeleriyle birlikte senaryosu sağlam bir film kadar ilginç.

O yıllara gidiyorum yürürken... Dışarıdan biri gibi hayatıma bakıyorum, bir kısa özet sunuyor zihnim bana...

Kesmelerle kitabım sırt çantamda, birlikte giriyoruz müzenin kadim ağaçlarla dolu bahçesine... Anıları şöyle usulca, incitmeden kenara bırakıyor ve o ilişki üzerine, Ne Güzeldi Oysa O, yazısı yazmayı hayal ediyorum.

"Bir kapuçino lütfen."

Kasım 2022



*

Bir iki işi halletmek için şehirdeyim. Önce Kılıçdede İstasyonu'ndan trene binmeyi düşünüyorum. Sonra bir çocukluk arkadaşıma uğramak üzere bundan vazgeçip yürümeye devam ediyorum. Varıyorum ki kendisi yok. Fikrim buraya yürürken hoş bir teklifte bulunuyor bana. Müze Kafe'de kapuçino içelim! İşe geç kalma endişem var, ancak arkadaşla geçirilecek olan ama geçirilemeyen süre de cepte, hava güneşli ve davetkâr.

O halde kapuçinoya, onun vasıtasıyla da kendimizi şımartmaya...

Süzülüyoruz Milano Pastanesi'nden içeri. Bir müşteri var ve bir süre bekliyoruz. Gözüm üst kata çıkan merdivenlerde kalıyor. Ayaklarımsa hevesli. Geçmişten sahneler üşüşüyor, ayaklarım arzulu ama ruhum çıkmıyor basamakları. İki pasta alıp Müze Kafe'ye doğru yürüyor, bu kez farklı bir masaya oturuyor ve kitabımı açıyorum.

Sivrisinek Şehirde...


Aslında bir şeyi daha fark ediyorum. Aynı cadde üzerinde ve aralarında toplam 300-400 metre mesafe olan üç önemli nokta var, hayatımda önemli figürler olan. Biri çok atraksiyonlu günlerde çok anılar biriktirdiğim lisem. Onun hemen komşusu, o an gelecekte bir gün kapısından süzülüp öğretmenler odasına girerek hiç karşılaşmadığım bir ismi soracağımı henüz bilmediğim Atatürk Ortaokulu, ve elbette okulun 200 metre aşağısındaki Milano Pastanesi.

Gürcü Edebiyatı'na ilgim Kalem Kültür Yayınları'nın, Avrupa Birliği Yaratıcı Avrupa Programı desteğiyle yayımladığı, farklı ülkelerden yedi kitaplık, Kısa Öykülerden Uzun Bir Köprü başlıklı serisinin yanı sıra ilave olarak, Bulgar yazarların Dört Yol Ağzından Öyküler'iyle Leh yazarların Kehribar Ülkesinden Yeni Öyküler'i ve de Gürcü yazarların Sessiz Harfler Antolojisini de ekleyerek yaptığım alımlar sayesinde  oluştu. Ancak Sessiz Harfler Antolojisi bambaşka hayallere yol açtı ve onları gerçekleştirmeyi mutlak kıldı ve kendimizi bir anda Tiflis'de bulduk. Onun ardından da ülkemizde Gürcü Edebiyatı'na  ait ne kadar kitap varsa toplama faslı...


Beyaz Yaka çok keyifli bir okumaydı; ama masal tadında yaşadığım da bir roman. Gürcistan'da bir köy. Var ama yok. Beyaz yaka ile kastedilen karakter bir şehirli, bildiğimiz beyaz yakalılardan ve şehir hayatından kaçıp bir köye geliyor ve sonrasında ince bir mizah ve şaşırtıcı gelenekler... Miheil Cavahişvili 1880 doğumlu, kitabı 1926'da yazmış. Epeyi hırpalanmış bir aydın. Fakat çevirmen Parna-Beka Çilaşvili'nin hayranı olarak tescil ediyorum kendimi. Göç etmiş bir ailenin Ünye'de doğmuş çocuğu Parna-Beka, çevirilerin yanı sıra şiir ve öyküleri de olduğunu öğreniyorum ve tabii ki hedefim onun kitapları...

Sivrisinek Şehirde ilginç bir kurgu, başrolde sivrisinek ve elbette insanlar... İlginç karakterleri var, ve ilginç de bir akışı... Pek alışkın olduğum bir tür olmasa da keyifle okuduğumu söyleyebilirim. Erlom Ahvlediani üslubuyla farklı bir yazar tadı veriyor, sanki kısa ve bağımsız öykülerden oluşan ama bütüncül bir roman ve eğlenceli bir okuma oluyor şahsım adına... Henüz bitirmedim, son düzlükteyim ancak güzel ve tat veren bir deneyim olduğunun altını da keyifle çizmeliyim istedim peşinen... Ve sanırım sıradaki kitap, 2021'de aldığım, fotoğraflarını çekip blogda yayınladığım ve bir yazıma ufak bir değişiklikle başlık yaptığım, Otar Çiladze'nin Yolda Bir Adam Gidiyordu, adlı romanı olacak!

22 Şubat 2023 Çarşamba

Sağaltıcı Üçlü



Ülkeme kışın en karası düşmüşken;

ve ben kitap okumuyor, eğlenceli hiçbir şey izlemiyorken;

altında kaldığım göçükten inatla kalkıyor, yürümeye başlıyor ve yazları tadını çıkardığım soluk alma noktalarımdan birinin verandasında;

kışların en soğuğu bir akşamda,

her zamanki üçlümle birlikte kendimi sağaltıyorum.




12 Ocak 2023 Perşembe

Zor Dostum

10 Aralık 2022'de, bir gün önce elime geçen kitaplarımla ilgili olarak şu cümleyi kuruyorum:

"Roy Jacobsen, İtalo Calvino'nun ilk romanı Örümceklerin Yuvalandığı Patika ile Cesare Pavase hariç hiçbirini tanımadığım yazarların kısa kitaplarını tümüyle göz göze geldiğimiz anlardaki hislerime dayanarak seçiyorum. Kısa kitapları seviyorum, çünkü kalın ve güçlü kitaplar sürecine girdiğimde enfes ara sıcak oluyorlar."


Yazımı okuyan ve kitaplara göz atan Leylak Dalı öğretmenimiz de bu kitaplardan günlerdir yatağımı, üstelik kendisine ait olmayan tarafını işgal etmiş olanıyla ile ilgili olarak yorumunda şu ifadeleri kullanmıştı:

"Çocuklar İçin Bach'dan ben pek hoşlanmamıştım, bakalım siz nasıl bulacaksınız. Hepsini keyifle okumanız dileğiyle..."

Bense kısa kitaplar okuma sürecime epey hızlı bir giriş yapmış, ilk kez okuduğum ve tanıdığım Aslı Akarsakarya'nın öykü kitabını bir solukta okumuştum.

Onu diğerleri izlemiş ve sonrasında da günlerdir birlikte uyuduğumuz, yeme, içme, sinema nere varsa her yere birlikte gittiğimiz, resimde görülen kitaba başlamıştım. Hatta geçen hafta cumartesi günü yine sinemada ve Metronom'da onunlaydık; Baydöner'de İskender yedik, biraz tur attık, hadi şımartalım biraz daha kendimizi diyerek Penguen'de enfes manzara eşliğinde sıcak çikolata içtik lakin elime alıp muhabbet bağına girdiğimizde yine bir patinaj, üç beş sayfalık kelâm ve ıssızlık.

Kendisi biraz zorlu bir kişilik fakat ilginç de bir çekiciliği var; tüm burnu havalarda haline rağmen. Çok karakterli ve karmaşık bir okuma ancak tipleri sevdim ve sıklıkla biraz önceye dönsem de; kendisinden bir tat aldığım da mutlak lakin onu bitirebileceğim sürede bir tuğla devirme olasılığım da mutlak, diye de bir kelâm çıkmıştı ağzımdan ancak bir alınganlık nedeni olmasın diye de ona hissettirmemeye gayret etmiş, elime başka bir kitabın değmesine izin vermemiştim.

O günden bugüne kaç gün geçti, normal koşullarda yaşadığımız bir one night stand tadında kalmalı ve an itibariyle aramızdaki ilişkiye dair her şey çoktan unutulmuş, köylü köyüne dönmüş olmalıydı lakin ben henüz, şu yazıyı yazarken yani, onun 60. sayfasındayım; kaç kez de bir kaç sayfa geri döndüm, kalbi kırılmasın diye.

Sevmediğimi de söyleyemem, ilginç ve çok sayıda karakter var; kısa ama gayya kuyusu kitapta.

Çok şükür ki hepsini tüm huyları ile kavramış durumdayım.

Yazarın kalemi ilginç, mevzu da güzel aslında, betimlemeler ânı yaşatıyor ki konsantre olduğumda bizzat kitabın kahramanlarından biriyim, karakterlerle kankalık ilişkimiz kıvamında, üstelik Melbourne'deyiz ancak dostlar gelin görün ki bu kopamama, başka bir kitapla yol yürümeyi düşünmeme halim enteresan. Hani bir bitirsem, Helen Garner ablanın başka kitaplarına da bakacağım ve varlarsa alıp okuyacağım hatta. Bir şeytan tüyü var kendisinde kesin... İşi iyice arabeske vardırmamsa mutlak.

Sürekli başa sarıp dinlemeye başladım bile!



10 Aralık 2022 Cumartesi

Sabahın Körü

Uyanıyorum. Ruhum gıcır gıcır, uyku keyifli. Yanımdaki kitaba uzanıyorum. Buraya Kısıldık Sanırım ilk öyküsü Kayboluş'la hüp diye çekip alıyor beni. Satırlar yok oluyor ve ben bizzati odaların bir kenarında dikilmiş kısa ama güçlü öykülerin sıradan karakterlerinin görünmez bir izleyicisiyim. Üsluba ve gözlem gücüne tapmış, hiç tanımadığım, adını ilk kez duyduğum yazarın müridi olmuş durumdayım.


Günlerden yakın zamanda bir gün Leylak Dalı öğretmenimizin bir önceki yazısını okurken bir an gözlerime inanamıyorum. Roy Jacobsen'in bir kitabını görüyorum ki bayıldığım iki romanı Görünmeyenler ve Beyaz Deniz'in devamı olduğunu anlıyorum satırlarından ve ben bunu nasıl atladım telaşıyla "Büyük kazancım Rigel'in Gözleri, çok teşekkürler. İkisini okurken bir üçleme olduğunu bilmiyordum ya da dikkatimden kaçmış. İlk işim onu almak, hemen şimdi" şeklinde bir yorum yazıyor, yoruma aldığım yanıtla da ferahlıyorum çünkü kitap yeni yayınlanmış ve dumanı üzerindeymiş.

Yapı Kredi saygı duyduğum bir yayınevi, benim internet kitapçımsa başka bir yerdi, memnundum ancak anladığım krize yenik düşmüştü. İçim soğuk olsa da kitapları D&R'ın internet kitapçısından almaya başlamıştım ki fiyatları piyasanın en ucuzuydu. Bu kez dedim Sezar'ın hakkı Sezar'a; Yapı Kredi'den alıyoruz. 150 TL üstü kargo yok ve Roy Jacobsen, İtalo Calvino'nun ilk romanı Örümceklerin Yuvalandığı Patika ile Cesare Pavase hariç hiçbirini tanımadığım yazarların kısa kitaplarını tümüyle göz göze geldiğimiz anlardaki hislerime dayanarak seçiyorum. Kısa kitapları seviyorum çünkü kalın ve güçlü kitaplar sürecine girdiğimde enfes ara sıcak oluyorlar. Bir de fark ettim ki efsane geziyi peş peşe yazmaya başlayınca benim ayaklarım yerden kesilmiş ve bir balonla başka başka diyarlara ve zaman dilimlerine uçuyorum ben. Bir sürü anı ben ben diye çırpınıyor. Zaman dilimim değişti, kalbim başka türlü ve çok tatlı atmaya başladı ki sırası gelmediği halde bir kez daha İzmir'e dönüyorum. Çok özel bir ânı ve çok özel karakterlerini yazıp, dizinin İzmir kısmını sonlandırıp, daha aksiyonlu, canlı ve kalabalık beldelere doğru hızla akmak istiyorum.


Bu tadımlık, kısa seyahatler tadındaki kitaplar alımındaki ilk kazancımsa Aslı Akarsakarya; henüz iki öyküsünü okumuşken ve sabahın köründe, yerimde duramıyorum. Sabah erkeninde, henüz üzerlerinde çiğ izleri varken üzümlerin, o halleri için bağa koşan dedem gibiyim. Ama içim ışıl ışıl. Müthiş bir anlatım, pek tatlı, çok keyifli bir mizah ki alttan alttan... Bir ziyafet sofrasına servis edilen ara sıcaklar ya da enfes tadımlıklar mutluluğu saçan cümlelerle bezenmiş öyküleriyle zaten son yazılarımla dumanaltı olmuş başımı fena döndürüyor. Dayanamıyorum ve klavyeyi alıyorum elime...

Gün ışımaya yakın, İzmir'in ve henüz yazılmamış o ânın tüm renkleri zihnimde ve pırıl pırıl, yazıp bir kenara atarmıyım emin değilim, ancak dün akşamdan beri bana yaşattığı keyif inanılmaz ki karakterlerin küpelerinden emprime kıyafetlerine, ayakkabı renklerinden gülümsemelerine kadar her şeyi o andaymışçasına bir saflıkla hatırlıyorum.

Bir şat filitre kahve hazırlamalı, bir kupada bir şatlık kahveye yer kalacak kadar boşluk bırakılmış üç şekerli sütü mikrodalgada bir taşım kaynatmalı, sonra da kahveyle buluşturmalıyım!

Ve şu efsane geziden de bir an önce kurtulmalıyım... mı?

25 Kasım 2022 Cuma

Antoine İle Bir Kez Daha Uçtum

Ben bir çocuktum ve bir kitabın değil de bir maceranın içindeydim.

Görünüşte elimdeki bir kitaptı ama ben sayfaların içinde cümle olmuş, sonra biraz daha evrilmiş, sıcağı soğuğu, suyu susuzluğu, bulutları rüzgarı, geceyi yıldızları, korkuyu sevinci, uçağın bilumum cihazlarını, üç kişilik sessizliğe karışan gökyüzünde ve yıldızların altında olmanın muhteşem yalnızlığını, motordan gelen biteviye sesi, çölün sıcağında serap görmeyi bir kez daha bizzat hisseder olmuştum.

Ciceneros bizim için artık karanlıkta gömülü değildi. Bir ara Neri, ben ve Antoine şunu düşündük. İş işten geçmişti, üçümüz de aynı fikirdeydik. Ciceneros'a yönelirsek, kıyıyı gözden kaçırma tehlikesine düşebilirdik. Neri "Kala kala bir saatlik benzinimiz kaldı. Doksan üçle yolumuza devam edelim," dedi.

Hem de tüm bunları Saint-Exupéry'nin belki de baydın bizi denilebilecek betimlemelerine yapışarak, ve Gece Uçuşu'ndan sonra bir kez daha Antoine de Saint-Exupéry ile yaşıyordum. Ve ancak kitabı elimden bıraktığım anlarda normal yaşama dönebiliyordum.



Gece Uçuşu

9 Kasım 2022 Çarşamba

Duyanlara Duymayanlara Duyuruyorum

Adını hep duyardım.

Onu yeni yetme yazarlardan sanırdım.

Çok rastlaşırdım ama pop kültür ürünü öngörüsü ile burun büker, uzak dururdum.

Oysa bilirdim ki Enn Sevdiğim Kadın, okuyor ve seviyor.

Benim yolumsa bir türlü kesişmiyor.

( O ise, bir pusudan izlemekteymiş beni...)

Kullanmaya pek bayıldığım "Bekler her şarap belli bir anı," tekrarlarımı duyar, kıs kıs da gülermiş.



Demek ki  bazı yazarlar da beklermiş belli bir ânı...

Geçenlerde Apo ile sohbet esnasında yazar Akın Akan ile tanışınca ve onun kitabını almaya karar verince... Kargo bedava için de 75'TL'lik limit söz konusu olunca... Üç ince kitap ilave ediyorum listeye; kitapseverler tarafından tanınan, bilinen üç kadın yazara aitler ki biri taze Nobel'li.

Elimdeki kitap bitiyor. İnce bir şey okusam tembelliği ile hâlâ ara sıcak muamelesi yaptığım Melisa Kesmez'in dumanı üstünde, rafta taze kitabını alıyorum okunmayanlar hanesinden, getiriyorum yatağıma.


İlk paragrafı daha bitirmeden  hüüüpppp diye çekip, andan koparıp, taşımasın mı beni öykülerin içine...

Bayım bayım bayılmayayım mı ben cümlelerine...

Bir solukta bitiriyorum, gün ışığına henüz ermeden.

Ukalama sırtımı dönüyorum.

Hep senin yüzünden, diyor, suçu ona yükleyip kendime yine toz kondurmuyorum.

Duyduk duymadık demeyin dostlar!

An itibariyle bir Melisa Kesmez hayranıyım!


4 Kasım 2022 Cuma

Ve Roman Biter...

Ama öyküsü şöyle başlar:


22 Ekim 2022
Saat 22:00 suları...


O arada telefonum çalıyor. Asker arkadaşım Apo. Arkadaş grubu ile. Bense anında Aydın'da asmalar altında bir terasta, enfes bir meyhanede rakı masasına ışınlanmış durumdayım.

Kafa çakır tertibimin. Aydın Samsun arası kaç saat muhabbeti yapıyoruz. Sonra konu bir kitaba dönüyor. O an masadaki arkadaşlarından birinin kitabından söz ediyor ki romanın kahramanlarından birinin kendisi olduğunun altını da keyifle çiziyor. Sonra kitabın yazarı katılıyor sohbete. Çok hoş, kısa ama keyifli bir sohbet.

Sonra Apo tekrar alıyor sazı eline, roman kahramanı olmanın havasını güya çaktırmadan atıyor. Ona kitabı alıp okuyacağımı söylüyorum. Kitap okumaz can dostumun kafa çakır hali çok tatlı; roman kahramanı olmak pek hoşuna gitmiş. Ertesi sabah Amazon'da buluyorum kitabı ve başka bir kaç kitapla birlikte istiyorum. Ve umduğumun fevkinde bu polisiyeye bayılıyorum.




Çünkü ilk satırdan itibaren iltimassızca, gerçekten etkileniyorum üsluptan. Bir ilk roman olmasına rağmen anlatım dili, betimlemeler, zamana hakimiyet etkiliyor beni. İçimde övgü cümleleri kaynıyor ve muhteşem bir şaşkınlık. Bu hızla kendi içinde bölümlere ayrılmış, bu anlamda kolaylıklar sağlayan, sıkı araştırmaya dayandığı belli, fonu epey geçmiş zaman olan romandaki akış beni tümüyle şimdiki zamandan alıp geçmişin baş köşesine oturtuyor. O kadar şaşkınım ki; bir ilk roman ve bu zaman diliminden olmamasına rağmen belli ki yazar döneme hakim, üstelik bunla yetinmemiş akademisyenlerden bilgi almış, araştırmış. Romanın ciddi bir emekle yazıldığı kesin. Yazarın heyecanındansa söz etmeme bile gerek yok, çünkü buram buram hissettiriyor satırlar bana. İlk işim enn sevdiğim kadını aramak ve kitabın üzerimde yarattığı şaşkın, umduğumdan çok çok öte ilk izlenimlerimi, altlarını çize çize onunla paylaşmak oluyor.

Sürekli gelişen bir heyecanla ve akıcılıkla kitabın ortalarını geçiyorum. Bu süreç boyunca öykünün içinde bir karakterim, kenardan da olsa olan biteni izliyorum. Kelimelerin gücüyle ve bilgiyle çizilmiş zamanın tam göbeğindeyim; altını bir kez daha çizersem satırlardaki döneme hakimiyet neredeyse kusursuz ve doğal olarak bu gerçeklik duygusu okura da geçmiş, onu da şimdiki zamandan alıp romandaki zamana taşımış durumda. Bildiğim şehrin geçmişinde hiç yabancılık çekmeden dolaşıyorum. Sürekli telefona sarılma, Apo'yu arama ve tüm bu hislerimi ona, onun vasıtasıyla kısa da olsa konuşma fırsatı bulduğum yazara ulaştırma arzum paçalarımı çekiştiriyor.

Elim telefona çok yakınsa da daha soğukkanlı yanım, daha coşkulu bir mizansen için sürekli frene basıyor ve diyor ki, "Önce oku bitir, sonra üzerine yaz, blogda paylaş ve sonra Apo'yu ara ve "Bloga bakar mısın?" de...

Derken kitapta ilerledikçe yazarın coşkusunda bir azalma olmamakla birlikte, artan bir heyecanla daha çok detaylandırma başlayınca okurda soru işaretleri oluşmaya başlıyor; durumun kendini, kitabın akışkanlığı ile bağını zorladığını hissediyor ki bu elbette bu okura ait bir durum. Çünkü okuduğum bir polisiye diye bakıyor romana. Bunu hisseden içindeki ukala dikiliyor ayağa ve sürekli kafa karıştırıyor. Diyor ki mesela, bu kadar tarihsel detaya ve mekâna gerek var mıydı? Betimlemeleri, yan hikâyeleri bu kadar detaylandırıp, çoğaltmaya gerek var mıydı, bir tık aşağıda bırakılsa, sonu merak eden okurdaki katil kim heyecanı daha diri kalmaz mıydı, o zaman?

Elbette kendiyle çelişse de bu okur yazarın coşkusuna ortak, heyecanının, iyi niyetinin, en güzeli olsun arzusunun ve hevesinin farkında ama sonuçta her okur yazarın yazma anındaki coşkusuyla aynı hislere sahip olamaz ki, diye geçiriyorum aklımdan.  Okur bir hazırcı sonuçta, çoğu zaman verilen emek umurunda değil, bencil, keyfiyle alakalı bir karakter o.

Ve kabul ediyorum ki yazar kurduğu öyküyü birebir yaşayan, daha çok isteyen, kurguyu daha iyi sindiren ve yazdıklarının özünü bilen... Romanı en iyi olsunu, zenginleşsini samimiyetle, bir çıkar gözetmeksizin arzulayan kişi. 

Oysa okurlar bir konfor alanına sahip ve seçme özgürlükleri var. Kitabı sıkıldığında bir kenara atıp gidebilen kişi. Okuduğu kitap onun evladı değil, yazanla aynı hislere sahip olması mümkün olmadığı gibi, kendi konfor alanlarını gözeten de kişi, bencil.

Bu okurun bencil tarafı, yazarın niyetini, en iyisi olsun arzusunu, coşkusunu fark etmiş olmasına rağmen sonuçta şöyle düşündü: Biraz daha kısa tutulsaydı roman acaba, ansiklopedik bilgi tadındaki detaylar bir tık daha azalmış olsaydı; mesela bu okur gibi arazlılar, konfor düşkünleri ve okuduğuna emek vermek yerine sonuca odaklı hazırcılar açısından ve romanın ileri bölümlerinin akışkanlığı için daha mı iyi olurdu?

5 Ekim 2022 Çarşamba

Çok Gezen Çok Okuyan Mevzusuna Çocuk Bakışı

Bir kaç hafta önce Sevgili KuyruksuzKedi, Çok Gezen mi Çok Okuyan mı? başlıklı, eski yıllardan beri okullarda münazara konusu da olan mesele üzerinden hoş bir yazı yazmıştı. O yazıya da ben, "Ben de Sadece C.'nin nasıl gezdiğinle ve neyi nasıl okuduğunla ilgili cümlesine katılıyorum. Bir örnek: Çok uzun yıllar önce 16 yaş, İngiltere ve Almanya ile ilgili iki kitap almıştım ve okumuştum. Sonra bir gün arkadaşlarım falan çocuk Almanya'ya gittim diye hava atıyor bize dediler. Okuduğum kitap enfesti, tüm popüler noktaları, barları falan o kadar detaylı anlatıyordu ki... Çocuğa nal toplattım diyebilirim. Aynı yerlere gidip aynı şeyleri göremeyen çok insanla da karşılaştım, o nedenle iş dönüp dolaşıp kişinin hayattan biriktirdiklerine dayanır ki bunun temeli de merak, edinilmiş birikim ve -doğru- okumakla başlar." şeklinde bir yorum yazmıştım.

Sonra o iki kıymetli kitabımı gidip eski kitaplarım rafından aldım. 20 Mart 1976'da kitaplığa eklemişim. O yıllara uçtum. Finlandiyalı bir penfriendim var, adı Anne.** Tam bir Kuzey güzeli. Enfes bir şarışın ki kendisinden ve penfriendlikten söz eden bir yazı yazmışlığım da var ki beni o konu üzerine yazmaya teşvik eden, takip etmekten zevk aldığım, mektuplaşma tavrını çok takdir ettiğim genç bir blogger, Birpembesever.

Kitapları alıyordum çünkü iki hayalim vardı. Onları o yaşta bir kez gerçekleştirecek ve asla bir kere daha tekrar etmeyecektim.

Birincisi Türkiye coğrafyasıydı ki hayat bana o şansı verdi. İkincisi ise elbette Avrupa'ydı... Daha çok da Kuzey'i.

Anne'in bir arkadaşını en yakın arkadaşlarımdan biriyle penfriend yapmıştık.

Atlas önümüzde, cetvelle ölçüp verilen ölçeklerle çarparak mesafeler tayin edip konaklama sürelelerimizi de belirleyerek planlarımızı tamamlamıştık.

İşte kitapları o yıllarda almıştım ve henüz lisenin başında bir tıfıldım. Hayalin ilk kısmını bu planları yaptığım ilkokul arkadaşımla değil ama lisede tanıştığım ve enn iyi iki arkadaşımdan biriyle 1980'de gerçekleştirmiştik.

İkincisi de benim askerliği aradan çıkarma planımın ardınaydı.

Çünkü pek çok yazıda belirttiğim üzere babamın erken öleceği hissi bünyemde yer etmişti. Dolayısı ile pek çok yazıda bahsettiğim üzere hissim doğru çıktı ve hikâyenin Avrupa ayağı eksik kaldı.

Kaderin bir oyunu mu bu bana bilmiyorum. Televizyonda dünyanın en güzel 5 demiryolu hattı üzerine bir belgesel izlemiştim: Enfesti ve henüz pandemi ortalarda yoktu. Kuzey Avrupa'daki hatların üzerine atlamıştım ve enn sevdiğim kadınla mutabıktık. Finansmanı, planları her şeyi hazırdı. İnterrail biletleri alınmak üzereydi, İrlanda'sız olamazdı, onun hatırına İngiltere de dahildi ki tak diye pandemi ve yasakları başladı ve müthiş bir belirsizlik.

Çok okuyan kısmına dönersem tezin, okunmuş üflenmiş olmalıyım ki sadece okuduklarımla karşıyı gerçekten gitmiş olduğuma inandırabilirdim. İçimde bir gezgin vardı kesin. Çocukluktan beri okuyor ve okurken de adeta yaşıyordum. Ve Sevgili KuyruksuzKedi'nin yazısı ve ona yorumum olmasa bu yazı da olmayacaktı. Blogların bu tetikleyici etkisini ve blogları da bu nedenle çok seviyorum.

Kitaplar yatağımda ve birlikte uyuyorduk bir süredir. Üzerlerine bir yazı yazmak istemiş ama iş güç biraz da başka konular yazmaktan onlara sıra bir türlü gelememişti.

Bu sabah hadi bebeler bugün sizinleyiz dedim ve klavyede ilk harfi bastım.

İşte bütün mesele o ilk harf.

Sonrası doğaçlama ve çorap söküğü gibi gelir.

İki kitapla sınırlı kitapların yazarı hâlâ yaşıyor mu diye merak edip bu sabah baktım. 1. Mart. 2003'de kaybetmişiz. Ruhu şad olsun. Kimbilir bu çocuk gibi kaç gencin içindeki gezme ateşini tetikledi. Şimdilerde artık uzun turlar peşinde değilim. Nokta operasyonları daha çok seviyorum. Ama şu kuzey turu sürekli kazalara uğrayan bir hedefti ve  daha tıfılken atlasla üzerine yapılan planlama lafa döküldüğünde özellikle Almanya ve İngiltere  üzerine konuşulduğunda çıkan cümlelerim gerçekten gidilmiş kadar etkileyiciydi. Aslında bu okumalar çok gezen mi çok bilir yoksa meraklı bir okur mu meselesine de bir yanıttı, çünkü kitapların anlatım dili ve detayları müthişti.


Kitaplar o kadar çok detay veriyordu ki; mesela günlük kullanılabilecek cümleler; yemek, balık, sebze, salata yumurta, sandviç çeşitleri, meyveler, tatlılar, içkiler gibi pek çok şeyi kendi dilleri ile kitaba eklemişti yazar. Fotoğraflar, barlar, mutlak görülmesi gereken yerler falan bunlara dahildi. Anlatım muhteşem ve bu da içerikle birlikte tıfıl bir çocuğa, evet bu çocuk gitmiş dedirtecek kadar kesinlik yansıtan bir ifade olanağı tanıyordu. Barlar restoranlar, tarihi yerler sokak sokak ve özellikleri ile tanıtılıyordu.


Günlerden bir gün, biz hâlâ 16 civarı yaşlardayken, şimdilerde bir otomobil markasının bayiliğinin yanı sıra benzin istasyonları da olan arkadaşım diğer arkadaşlara Almanya'ya gittiğinden söz ediyor. Onlar da inanmamışlar. Çok okuyan bilir kısmından hareketle de doğruluğu sapatayacak kişi olarak beni seçmişler. Bir şekilde biraraya geldik ve lafa girdik. Tümüyle kitaptan edindiğim ve kitaptaki detay grafiklerden çok iyi bildiğim çevreler ve mekânlar üzerinden konuşmaya başladım lakin gittim diyen arkadaşta tık yok. Ben falan sokaktaki falan bar kızlara bedava diye başlıyor, masalarına dahili bir sistem sayesinde telefonla ulaşılabilen, aynı zamanda da numaralı ve mini direklerinde bayrak olan masalardan çıkıyorum. Hiç denedin mi diyorum, sanki ben telefon kaldırmış, bir numarayı tuşlamış, o masadaki kızla işi bağlamışım gibi sistemi anlatıyorum. Velhasıl tarihi yerler dahil üç farklı şehri sanki adım adım gezmiş gibi tümüyle kitaptan edindiklerimle konuşuyorum ve Almanya'ya gittiğini söyleyen arkadaşta tık yok. Elbette bir başka gün bunun İngiltere versiyonu var ki onda duvarlardaki reklam panolarından bile söz edilerek verilmiş yön tarifleri var. Tabii ki iki ülkeye de gitmemiş biri olarak bu iki kitabın ekmeğini çok yemekle kalmayıp çok da maske düşürdüm. Bu yazıyı hayal ettiğimde kitapları elime alıp altını çizdiğim yerleri gözden geçirdim ve Haluk Durukal keşke bu kitapların devamını da getirseydi dedim. Belki de onun gezileri de bu iki ülkeyele sınırlıydı. Ama hayal dünyama kattıkları için kendisine hep şükran duydum ve iki kitap bir kaç yıl başucumu terk etmedi.

Ve şunu anladım gezdikçe; hem okuyan hem gezen daha çok bilir!


*Sevgili KuyruksuzKedi'nin Çok Gezen mi Çok Okuyan mı? başlıklı yazısı için buradan lütfen...

**Penfriend'lik Müessesesi

1 Eylül 2022 Perşembe

Özlemin Eski Tadı Var

Geçen gün bir tetiklenmeyle başladığım Hayata Ve Sevmeye Dair Bir Kaç Dakika başlıklı yazıya son noktasını koyup onu bir okur gözüyle, ben yazmamış gibi okurken bir anda uzun yıllar öncesindeki bir kitabın başlığına uçtum.

Çok kere ve çok bilmişlikle çok havalı bulduğum adı ve ondan edindiklerimi arkadaş sohbetlerinde "entelektüel" edalarla ve keyifle kullanmıştım, kullanırdım. Şimdilerde, gençler tarafından bilinir mi kendisi pek emin değilim. Oscar'lı bir film yıldızı, bir entelektüel, Yves Montand'ın eşi; Simone Signoret! 1921 doğumlu.

Kitabın adı dilime yapışmıştı. Yıllarca dilimden çıkarıp pek çok ideolojik ve bilimsel cümleye ek olarak, elbette yeni yetmeliğin çok bilmişlik tadıyla ve havalı bir referans olarak hem siyasal hem de hayata dair sohbetlerin orta yerine, elinde full as olan bir kumarbaz keyfiyle saçtım.

Yani kocaman bir zenginlikle dilime oturmuş bir kitaptı, Özlemin Eski Tadı Yok. Çok keyifli bir okumaydı. Bir nehir söyleşiydi ve nehir gibi de akmıştı.

Bir söyleşi ürküntüsüne rağmen bir roman tadındaydı. Soruları soran aynı zamanda yanıtları da verendi. İçinde kimlerden söz edilmiyordu ki. Adlarını duyduğumuz, bildiğimiz dev gibi entelektüeller; sinema oyuncuları, yazarlar, dünya siyasetine damgasını vurmuş, soğuk savaş yıllarının pek çok popüler karakteri.

Kruşçev, Tito, André Malraux, Nazım Hikmet, Picasso, Vanesse Redgrave...

Çehov yüzünden kaçırılan gala gecesi, vesaire.

Katherine Hepburn, Doris Day, Elizabeth Taylor, Audrey Hepburn... ve Simone Signoret.

Oscar adayları olarak gazetelerde.

Dünyanın dört bir yanına seyahatler.

O yılların dünyasından kareler ve elbette anılar.

Bir yeni yetme için bu kitabı okumuş olmaktan, ondan alıntıları sohbetlere katmaktan daha havalı ne olabilirdi ki?

Hem bunun üzerinden konuşmak mekaniklik içeren ideolojik kitaplardan cümleleri tartışmaktan daha sıcak, daha insani sohbetlerin kapısını açıp zihinlere daha lezzetli cümleler bıraktırıyor, bunun yanı sıra da romantizmi getirip konduruyordu o yeni yetme masaların orta yerine.

Hafiften alkolün etkisi, çok taze ve yeni yetme bir romantizm, işte benim sevdiğim çocuk kıvancıyla ve bedeninin enfes yumuşaklığı ile sarılan sevgilinin eli avuçlardayken akan kelimeleriniz ve dolayısıyla sevgilinin sizinle gurur duymasının tadı... Ve cümlelerinizin bitimiyle ve alkolün genç bedenleri kolaylıkla ele geçirmesinin rahatlığı ile ama coşkuyla o bedenin kedicik bir tavırla bu kez yanağınıza kondurduğu öpücük... Dünyaya bedeldi.


Bir anı kitabı Özlemin Eski Tadı Yok, bence enfes bir nehir söyleşi. Çok keyifli çünkü sorular tek satırlık. Bu da bir roman okuyormuş hissi veriyor. Özellikle ben kuşağı için çok keyifli bir okuma olacağı kanaatindeyim çünkü içindeki pek çok ismi yeni yetmelik çağlarından hatırlayacaklardır. Mesela devamını yazmayacağım şu ilginç paragraf,

" 31 aralık 1959 günü saat geceyarısını çaldığında, büyük salonun lambaları söndü, kocamı öptüm, omuzuma bir el kondu ışıklar yandığında, Montand'ınkinden başka bir el. Gary Cooper'dı bu, o gece yeni yılımızı ilk kutlayan kişi oldu."

Kitabı 1.1.1980 tarihinde almışım, tarihle birlikte imzamı da atmışım; kendime yeni yıl armağanı. Coşkuluyum çünkü üniversite için tüm evraklarım Amerika'da. Onlara ekonomi desem de aileye çalım atacağım ve televizyon program yapımcısı ve yönetmeni olacağım. O yaz hayatımın en efsane gezisini yapacağım. 12 Eylül darbesiyle son kısmı kesilecek olsa da, 12 Eylül günü hayatımın en şahane karakterleri ile en şahane akşamlarından birini yaşayacağım*... Amerika'dan henüz bir ses çıkmayınca ve içimdeki bir hisle seyahat dönüşü aradan çıkarmak için askere gideceğim ve henüz bir aylık askerken, o his gerçek olacak ve ölüm Aralık sonunda gerçekleşecek.

Kardeşim çocuk yaşta okulu bırakıp mağazaya geçecek ve ikimiz de erken büyüyeceğiz. Bunu epey zorlu süreçlerin ardından elbette avantaja çevireceğiz. Ve bir yıl içindeki bu yaşanmışlıklar bana şu cümleyi kurduracak: Ama bir gerçek de şu ki biz kuşağı için özlemin eski tadı var.

En azından benim için!

Yoksa şöyle cümleleri yazmazdım, yazamazdım yetişkinliğimde:

"Özlemek, tek tek de çok anlamlı olan, ya da anlamlar yüklenen bir çok duygunun hepsidir. Özlemek bir uzaklık ifadesi gibi görünse de aslında dibinde olmaktır."

"Uzaklık, sanki başka başka anlamlar yüklenebilecek, farklı yüreklerde, farklı kelimeler hatta başka başka duygularla yakınlıkla eş anlamlı hale getirilebilecek kocaman bir sözcüktür benim için."

O halde çağının büyük seslerinden birinden gelsin ve bu yazı fazlasıyla uzama ihtimaline karşı tam da kıvamındayken, Nazım'ın Piraye için yazılmış sözlerinden bestelenmiş enfes bir şarkı ile bitsin.

Yves Montand söylüyor.




*11-12 Eylül-1980 Marmaris; Çok Anlatılmış Ama Yazılamamış Bir Eylül Hikâyesi

15 Ağustos 2022 Pazartesi

Karadut Şerbeti Ve Bir Parmak Bal

Uzun zamandır almayı düşündüğüm, tam sipariş listesine eklemişken her seferinde çıkardığım kitabı sonunda alıyorum.

Sıkı, benim çok hoşlanarak ve keyifle okuduğum ama çoğu okuyanları tarafından pek sevilmemiş Sütçü gibi kitapların ardından lay lay lom bir okuma hafifletir beni diye düşünüyorum.

E biraz da erotizm -sosu- fena olmaz!

Okunmayanlar rafında yerini aldıktan 2 ay sonra okumaya başlıyorum.

Başlangıçta akıyor fakat bir kadının dilinden olmasını yadırgıyorum, sonra alışıyorum ama...

Ama işte!

Çünkü üslupta kadınsı bir lezzet yok. Belki de Ian Mc Ewan erkek dünyasındaki kadının profilini yaratmak istedi!

Ya da bende bir arıza vardı.


Kolay bir okuma, akıcı, casusluk meseleleri, edebiyatın casusluk işlerinde kullanılması, gizli servisin insanları, kısmen arızalı karakterler, yazarlar, restoranlar, alkol, aşklar, onlar bunlar derken yürüyoruz kitapla birlikte.

Yazar şırıl şırıl akan bir film tadı veriyor ki kendisini eleştirmek haddime değil ama onunla tanışma kitabımın tadı ve bendeki etkisi kalıcı.

Kendisiyle ahbaplığımız eskiye dayanır yani.

O kitabının gazıyla önce Solar'ı alıp okumuştum ardından da Cumartesi'yi.

Hakkını yiyemem, özellikle Cumartesi'de heyecanı hep diri tuttu ve okurken kelimeler yoktu!

Gelin görün ki okuma keyfi açısından güzel olsalar da  zaman geçirme tadı veriyorlardı.

Bir tortu kalıyor muydu peki?

O halde benim kazanımım ne?

Var mı?

Yok...

Yani hiçbiri bende *Masumiyet ya da Özel ilişki'nin tortusunu bırakmadığı gibi enn kitaplarım kategorisine de çıkamadılar.

Yermek değil gayem, olumsuzlamak da istemem, sonuçta akıp gidiyorlar, geriye bir şey bırakmasalar da eğlenmiş oluyorum, diye düşünüyorum.

Bir Parmak Bal da olsa damakta kalan, fena bir sonuç değil yine de.

Fakat 15-20 yaşlar aralığında okusaydım, günlerce anlatır dururdum. Kitaptaki erkek kahramanlardan birini atar, yerinde ben olurdum. Ve arkadaş sohbetlerinde ballandırmaktan bir hal olurdum

Hızlı başladım, sonra gazdan ayağımı bir tık çektim, 300'e kadar idare ettim ama sonrası ağızda büyüyen lokma gibi geldi.

Ve henüz kitabı bitirmiş değilim.

Bana karşı olan görevini tamamladığını düşünüyorum ve açıkçası burdan ötesi için de bir merakım yok.

Hedef kitlesini iyi tanıyor, diye düşünüyorum. Biraz da piyasa etkisi, arz talep meselesi, para çağı, görünür olmak ve kapitalist azgınlık nedeniyle hak da veriyorum.

Sonuçta ben de 310'a vardım.

Sonra da titreyip kendime döndüm demek ki...

 Kalan 56 sayfaya ayıp etmemek için;

belki bir ara yeniden elime alırım.


Tüm bunları Ian'a hissettirmedim sanırım. Belki soru işaretleri oluşturmuş olabilirim, kalp kırmanın da gereği yok diyerek aslında 250. sayfada gaz kesiyor, bitime 53 sayfa kala da el frenini tümüyle çekip park ediyorum.

Yine de yanlış anlayıp da alınmsasını istemiyorum ve bir kaç haftadır gitmediğim kitap okuma noktama davet ediyorum.

Olleyy... limonata!

Fakat yanında kırmızı renkli ve dibi kalmış bir şey daha var.

Önce vişne olduğunu düşünüyorum ve "Limonata lütfen," diyorum. Çünkü diğerinin vişne olduğunu sanıyorum hâlâ. Biraz dikkat kesilince, uzaktan akrabalık ilişkisi var gibi gözükse de pek benzetemiyorum.

Soruyorum.

Karadut şerbeti yanıtıyla da eriyorum.

İçim, gümbür gümbür.

"Granül mü?" tereddütü yaşıyorum ama atalar diyarımın göz bebeği olduğunu da anlıyorum.

"Bir karadut şerbeti, lütfen"

"Bir de Trileçe, lütfen."


Bu koca çatal neyin nesi demiyorum, çünkü yeni başlamış ve daha önce görmediğim genç kız çok tatlı ve üzülsün istemiyorum. Oysa eski çalışanlar bilirler ki ben tatlı kaşıkçıyım.

Aldığım her lokmayı tabağa sızmış sütle harmanlamak isterim.

İkinci karadut şerbeti içinse isyan var bünyede!

Söz konusu buz gibi, hakkı verilmiş karadut şerbetiyse, boynumuz kıldan ince.



*Masumiyet ya da Özel İlişki

23 Temmuz 2022 Cumartesi

SÜTÇÜ - Anna Burns

Kitabın okunmayanlar bölümünde yer alma tarihi 28-08-2020.

Onu siparişe ekleme nedenim 2018 Man Booker ödülü.

Yazarı tanımıyorum. Satın aldığım kitaplar konusunda bir sıralamam yok. Bazen son gelen ilk okunan olabildiği gibi bazen de eski gelenlerden birini elimde bulabiliyorum.

Aynı yazarın peş peşe kitaplarını okuduğumsa nadirdir.

Man Booker almış yazarlara yakın durmama rağmen Anna Burns abla ile bir sıcaklık oluşmadı aramızda.

  Fotoğrafını ilk gördüğümde elektrik alamadım sanırım!

Az önce çamaşırları yıkamış, ben fotoğrafına bakarken de arka bahçesinin ağaçtan ağaca gerilmiş çamaşır iplerine leğenden tek tek alıp, sıkıp silkeleyip onları asarken gördüğüm soğuk suratlı komşu teyze muammelesi yaptım ona.

Bir garip huyum daha vardır ki eğer bir dergide bir gazetede ya da bir söyleşide bir şey kulağıma sızmadıysa kitap hakkında; kim ne yazmış diye araştırmadığım gibi mahallemde de bir soruşturma yapmam. Dolayısı ile kendisi ile iki yıl boyunca kitaplığa her gitttiğimde ve ilgim başka bir kitaptayken sadece ve elektirik almadan -belki- ara sıra öylece bakışmış olabiliriz.

Sideways'deki "Bekler her şarap belli bir ânı," lafına ezelden beri bayılırım.

Yakın tarihte kısa kitaplar siparişi vermiş ve tek tek okumaya başlamıştım. Bir tür ara sıcak muammelesi yapmıştım onlara da... Çok sayfalı kitaplara bir anlamda ısınma turu. Yorulmak istemediğim türden, bir yudumda bitecek iştah açıcılar yani.

Güzel kitaplar okuduğum, bilmediğim yazarlarla tanıştığım, onları mekânlarıma götürdüğüm ve çok da hoşuma giden bir süreçti. Skor yaptıkça sevindim, bu vesileyle de okunmayanlar bölümünden okunanlar bölümlerine epey transfer yaptım ve uzun kitaplar için kendimi hazır hissedince de Sütçü'yü çektim raftan ve yatağımın başındaki okuma ışığımı yakarak okumaya başladım.

O anda da hemen, ilk bir kaç cümlede, şiddetli bir aşk oluştu aramızda.

İrlanda'ların ikisi ile de ilgiliydik. IRA'ya sorgusuz bir sempati duyardık, duyardım. Sonradan kabul edilemez bulduğum eylemlerini pek sorgulamazdık, çocuktuk, ruhumuz macera şarkıları çalıp söylüyordu, boyumuzdan büyük kitaplarda yok olmuştuk ve çapımız henüz sorgulama aşamasına geçebilecek olgunlukta değildi. Tüm bu yetersizliklerimize rağmen içimizde kor kor devrim ateşi yanmaktaydı. Romanı elime aldığım şu anki yaşımdaysa olmuş, tadı yerinde bir meyva gibiydim. Bir alt yapım vardı yani; olan biteni görmüş geçirmişlikler de içeren bir birikimle sorgulayacak derecede.

Kapıldım kitaba. Anna Burns soğuk görünümüyle çelişecek derecede esprili bir hanımefendi... Kara mizah kategorisine sokulacaktır bazı bünyeler tarafından üslubu ki bence kesin?! Fakat bana hiç de kara gelmemişti, çok iyi kullandığı mizaha ve aslında ciddiyetli bir dönemi anlatımındaki yazı diline vuruldum.

Fakat Duygu Akın!

Çevirisinin tadını buram buram hissettirdi bana.

Dersiniz ki çatır çatır İngilizce bilen biriyim de şıp diye anlayıverdim, hatta İngilizce aslıyla kıyaslayarak bu fikre eriştim. Tabii ki yok böyle bir şey! Bütünüyle bir his benimki... Kafa dengi bir ablamız saydım onu da. Hani, dedim, bir masada bir şişe şarap açsak, masada yakın bulduğum kitaptan karakterler, yazar ve çevirmen ablalar olsa... Düşündüm de bence şişeler yetmezdi sohbetimize. Tabii ki IRA ve İrlanda, siyaset gelirdi masaya ama ömrü kanımca bir, bilemedik iki kadehlik olurdu.

Mesela o masada kitabın çevirmeni olarak göremezdim, okurken de çevirmen gibi göremediğim Duygu Akın'ı. Kitabın kahramanlarından biri gibi hissettim onu çünkü okur olarak ben de öyleydim. Yani cümbür cemaat romanın içindeydik. Bir yolculuk haliydi; mekân değiştirmiştim ve sanki kelimelerle tariflenen kanlı canlı -gerçek- anların içinde keyiften ölüyordum. Bazen gerçek dünyama dönüp ayaklarım yere bassa da kitabı elime almamla birlikte kapaktan geçip satırların yarattığı görsel dünyaya karışıyor, harfler yok oluyor, şimdi bir serseri kurşuna kurban gidip de ölürsem endişeleri yaşıyordum.

Sonuçta kitabın içinden çıkıp da bugüne dönmeyi ya beceremezsem; eşim dostum, ailem yıllarca beni arayıp durmak zorunda kalacaklardı ki bu da büyük bir acı.

Ancak kapağı kapatmayı başarıp da bir şekilde gerçeğe döndüğüm ânlarda elimdekinin kitap olduğunu fark ediyordum ki bu çok nadir başıma gelen bir durumdu. İş güç, dünya işleri derken, mesai biterken ve İrlanda mekânlarından ve etraftan tanıdıklarımın dünyasına bir ân önce dönmek isterken; sanki gün boyu onları özlediğim bir hazzın içinde kavruluyordum... Çünkü ortamla ve karakterlerle kurduğumuz bağ ve keyifler çok güçlüydü. Sanırım bu duyguyu bundan epey epey bir süre önce Kar Yağacak' ı okurken yaşamıştım.


Aslında IRA, terör, devlet terörü kitapta baskın ve ana konu değil, bir fon. Akan hikâye başka. Gündelik ve insan halleri; her biri özel, ilginç ama her birimizin tanıdığı tipler fakat yazarın üslubu ve çevirinin başarısı kanımca kısa sürede onlarla ve çevreyle tanışmamıza sebep olmakla kalmıyor, başta dediğim gibi arka kapağı kapatana kadar çok keyifli, aynı mahalleli bir paralel hayat yaşatıyor bana... Bir ana karakterimiz var, 18 yaş civarında bir genç kadın. Bir de "belki-erkek arkadaş"ı var. Pek tatlı kendisi ve ailesi; ilginç annesi, küçük kız kardeşleri, biraderler, kayınbiraderler falan. Çok karakterli olmasına rağmen ilginçtir, üç karakteri aklında bir arada tutamayan beni hiç zorlamıyor yazarın üslubu. Bir okuma değil de yaşama olmasını sağlayan bu sanırım. Yine çok uzatmaya meylim var çünkü bu yazıyı yazarken tüm kitap baştan sona bir yaşanmışlık kareleri olarak gözümün içinde akıyor.

Lakin siz yine de bana uymayın çünkü kitabı çok sıkıcı bulanlar da varmış; kulağıma sızdırılan bilgilere göre... Bir tavsiyeci değilim ân itibariyle ki çoğu kitap yazılarımda çok beğendiysem şiddetle öneririm diye altını çizerim kitapların... Şu ân çok bayılmış, onu enn kitaplarım seviyesine yerleştirmiş olmama rağmen çok çekimserim. Normalde 360 sayfalık kitabı üç, bilemedim dört günde bitirim ki bu on günü buldu. Çünkü bir kez daha altını çizersem: Bir okuma değil yaşamaydı benimki... Tüm bu övgülerim sizi asla yanıltmasın; Sütçü, belki de beni bekleyen bir şaraptı. O nedenle bir kitapçıda elinize alıp, biraz zaman ayırarak göz atın önce, derim. Sonra çok güvendiğiniz eleştirmenler söz etmişlerse kitaptan, yazılarını okuyun, kafanıza uyarsa ne âlâ...

Ah ben yine! Kısa keserim demiştim yazıya başlarken, nasıl anlatacağımı bilemem diye düşünmüştüm ama sanırım kervanı yine yolda düzmeyi başardım; içimden sürekli fışkırmakta olanların çenelerini kapatmak, Sütçü'den hiç bahsetmemek zorunda kalsam da...

Yazarken gaza geldim elbette ama kendimi tutmayı da başardım mı yoksa yazarken dahi kitabın içinde kaybolmuş olmam nedeniyle yeterli mi buldum yazdıklarımı pek emin değilim! Bana bu seferlik de bye; kitabın içine kaçıp, publardan birinde bira sipariş edip ana kahramanı, yazarı ve çevirmeniyle iki lafın belini kırmaya gidiyorum.

Kalın sağlıcakla...



Kar Yağacak merak edilirse buradan lütfen!

11 Haziran 2022 Cumartesi

Başkana İki Ölü Balık Gönderen

Geçen hafta cuma akşamı Palmiye Kafe'de çay-kitap yaparken birden gaza geliyorum. Engiz'e gitmeyi, kahvaltı niyetine Merkez Lokantası'nda alemin en güzel kelle paça çorbasını sirkeli sarımsaklı, pul biberli tam tekmil götürmeyi hayal ediyorum. Ön izleme mükemmel; bir an kendimi orada ve sahnenin içinde buluyorum. Derenin kenarındaki kahvede ve de çınar ağaçlarının en kadiminin gölgesinde serin serin kitap okuyor, o sırada girerken sipariş verdiğim sade kahve yanında bir bardak su ile masama geliyor.


Elbette bununla sınırlı kalmıyor olan biten. Öğleden sonra, diyelim ikindiye az varken kadim çınarın altından kalkıyor, ağır adımlarla şirin kafe restorana doğru yürüyor ve masama gelen tatlı genç kıza bir yoğurtlu Adana kebap lütfen, diyor, yoldan yüksek verandanın en kenar masasında akan trafiğe göz atarken, kola ile götürüyorum kebabı...

Elbette tatlı gerek. Bundan iki yıl önce, pandemi zirvelerdeyken her şeyin makinede ve 60 derecede yıkandığını vurgulayan mini tabelası ile bizi bizden alan, iki tatlı, cıvıl cıvıl genç kızın garson olduğu, bir genç adamın çok zevkli bir noktadaki yol kenarı sevimli mekânı Engiz Balkaymak'a varıyorum bu kez. Limonlu, çilekli, cevizli, parça çikolatalı ve sade olmak üzere beş cins dondurma seçiyor, minik masalarından yola en yakın olana geçiyor, usulca ve günü batırırken dondurma kâsemi bekliyorum.


Cumartesi tüm bunları hayata geçirmek üzere çıkıyorum yola. Önce trenle o yöne gidecek minibüslerin olduğu garaja gitmem gerek... İstasyona yanaşırken sıcak ve minibüs, fikrime geri adım attırmaya çalışıyorlar.

Fikrimse direniyor.

Ben kendimi çınarın altında kitabımla görüyorum. Adımlarım kararlı. İstasyona çok az kaldı.

Fakat nem?!


Çelişkiler içindeyken ve istasyonun turnikelerine varmışken son anda fikrim planı değiştiriyor. Çıkardıklarının yerine en çok gittiğim kafeyi yerleştiriyor ve bu kez bulvarın gidiş yönüme doğru sağ tarafını tercih edip, sıklıkla karşılacağım trenleri sol yanıma alarak gezinti adımları ile yürümeye başlıyorum. Az gidip uz gidip Ömürevleri kavşağına varıyorum. Fikrim yine müdahil ve ben bir ikilemdeyim. Sola dönüp ışıkları geçsem en çok kitap okuduğum pastane...


Sağa dönüyorum.


"Bir San Sebastian lütfen,"

"Bir de limonata lütfen."



*

Başkana İki Ölü Balık Gönderen Adam, öyküleri ile beni benden alıyor. Aslında ilk bir kaç öyküde kısmen topallıyorum ki bu bazen olur. Louis de Berniéres daha önce okumadığım bir yazar ama Yüzbaşı Corelli'nin Mandolini'ni film olarak izledim. Dolayısı ile film yönetmenin imgelem dünyasından çıkmış bir görsel, elimdeki kitaba şıp diye adapte olabilmem için bir katalizör değil. Neyse uzatmim bir iki öykü sonra yazarın üslubuyla benim bünye senkronize oluyor ve ötesi lay lay lom.

Ama iki öykü var ki onlar için bile bu kitap alınır, diyorum.


Bunlardan ilki Emanet, diğeri ise Andouil ve Andouillette Tatile Çıkıyor.

Kitap fena sarmış durumda, bir nefes için kafamı kaldırıyorum o ara ki masamda Trileçe var; az önce çay içmişim, onların yanında poğaça yemişim, bir de limonlu soda söylemişim ve hiç farkında değilken gün pazar olmuş ve ben kitaba Afiyet Pastanesi'nde devam etmekteymişim.

Elbetteki şaşkınım; ne hayal ederken nerelere uğramış ve nereye varmışım. Allahtan kendime gelmem kısa sürüyor ve bunun babannemin hikâyelerindeki cinin işi olduğunu düşünüp şaşırmıyor ve olan biteni normal buluyorum.

İşte tam o sırada Prudente De Moraes'in Boş Gecesi adlı öyküye başlıyorum.

Kaptı beni ki bir kaç sayfa sonra içindeyim; ne yaman bir abla, zımba gibi, rabbim sahibine bağışlasın falan derken tam anlamıyla ters köşe bir final. Berniéres şahsına dönüp ne fırlamasın sen, diyesim geliyor da dilim yaşına hürmeten frene basıp salmıyor cümleyi dışarı.

Dilim cümleyi salmıyor ama ben bir zaman sıçramasıyla kendimi sahilde yürürken ve akabinde de bir dondurmacının balkonunda buluyorum.

Bulmasına buluyorum da durum çok ürkütücü!


Gün cumartesiydi, Engiz'de iki tatlı genç kızın garson olduğu, bir genç adamın yol kenarı sevimli mekânında beş cins dondurma seçip verdiğim sipariş şimdi, şu an, pazar günü aynı saatlerde şaşılası bir şekilde mahallemdeki dondurmacının masasının üzerinde...


*2 yıl önce..

18 Mayıs 2022 Çarşamba

Kendi Şiirini Aşkla Yazan Bir Gün

Enfes bir güneş perde aralığından sızıyor. İlkbahar yaza doğru yolculuk halindeyken camı tıklatıyor. Duyarsız kalamayacağım mükemmellikte bir sızma bu. Sadece vurduğu nokta itibariyle değil, kalın perdelerimin ardına döktüğü dizelerle de beni çağırıyor.

Kalkıp perdeleri öteliyorum.

Bana bıraktığı bir kaç cümleyi alıyor, balkondaki dizilişlerin bir işaret olduğunu çakıyor ve hazırlanmaya başlıyorum.

Gerçek bir fotoğraf makinesi, bir şiir kitabı, bir de ince trikoyu ekliyorum sırt çantama. Binanın dış kapısından çıktığım gün, enfes bir Cumartesi. Pırıl pırıl bir dünya ve bahçenin yeşili üzerinde şen şakrak sığırcıklar. Kahvaltı sofrasında âlâ bir menü, kulak kesilmek zorunda bırakıldığım, imrendirici bir sohbet. Huzur bozamaz adımlarla bahçe kapısını usulca açıyor, ağır adımlarla, baharın tadını çıkara çıkara kıyıyı yürüyorum.


Sığırcık sofrasına elbette davet edildim, ancak ben dizelerin esiriydim, ve buna bağlı bir söz vermiştim! Elbette sofralarına teşekkür edip, afiyetler diledim. O hayali gerçekleştirme adımlarıyla ve heyecanla yürürken meydandaki festivale göz atıyor, bir kaç poz fotoğraf çekiyor, denizin derinliklerine götürecek yolu usul dalgaların keyifli oynaşlarına gülümseyerek; martıların, havadaki uçakların, mavi tulumları içindeki gencecik havacıların ve biraz sonra okuyacağım dizelerin ufak adımlarıyla ve heyecanıyla İskele Kafe'ye ulaşıyorum.


Konuğum çok etkileyici. Kısa bir sohbet sonrasında geldiği uzun yol nedeniyle onu istirahate bırakmış, kelimelerimin uyumsuz gürültülerden azade olacağı, sadece rüzgârın ve denizin notalarından oluşmuş müziğin duyulacağı bir noktada onun kelimelerini duymak, o kelimelerin beni ne türden yolculuklara çıkaracağının merakıyla ve belki bencilce bir istekle bu sabahı planlamıştım. Ama o benim bu bencilliklerimi anlayacak kadar olgun, coşkulu ve sanırım bana oranla biraz daha tecrübeli ki sıcacık kelimeleri ile sadece kalbime değil, yanağıma da değiyor.

O sırada çok ama çok tatlı bir genç kız masama yanaşıyor. O kadar sıcak ve tatlı gülümsüyor ki. "Siparişiniz alındı mı?" diye soruyor. Gülümseyerek "Hayır," diyorum, sonra ekliyorum:

"Bir karışık tost lütfen,"

"Bir de çay, fincanla lütfen."



Kitabın kapağını açıyorum. İskelenin açık deniz kıyısındaki en kenar masasındayım. Kafamı sağa çevirdiğim anda uçsuz bucaksız deniz ve muhteşem satırlar dışında kimseler yok. Kitabımın içine bana atıfla yazılmış satırların rengi sanki bu an hayal edilmişçesine güzel.

Muhteşem bir el yazısı ile...

Elbette yazının tümünü kitabı ambalajından ilk çıkardığım anda okudum. Özen ve cümlelerin sıcaklığı, el yazısının zarafeti dikkatimi çekti. Ama bugünü şımartmak hakkım çerçevesinde, ortamla birlikte; hiç fark edilmemişçesine bir kaç kez daha okuyorum, altında tarih ve imza olan yazıyı.

Bunu çok görmeyin bana lütfen, bir abartı olarak da sakın almayın. Özellikle yazarken, duygularını ardına saklayan, onları içinden geldiğince, coşkusunun bir yansıması olarak ortaya dökmekten kaygı duyan biri hiç olmadım... olamadım ben. Üzgünüm...


Tostum enfesti, ikinci çayım da... Ama satırlar! Yol aldıkça zamanda sıçrıyorum. Özellikle B. şehrindeki yaş, bir karakteri saç kesimine kadar gözümün önüne getiriyor. Satırlardaki duygu, net resimler çiziyor zihnime.

Altını çizmek istediğim, sonra onları yazıma taşımayı düşündüğüm duygu sahneleri akıyor dizelerden. Bir gün bunları şairi ile yüzleşmek istiyorum. Kendimi kendime kanıtlamak için. Bir iddiam var hayatla; bana kelimeleri verin duyguya dair, resmini çizeyim kelimelerimle... Olmadı derseniz de çizin üzerimi. Bu öz güven nereden bilmiyorum: Oysa çok şiir okuyan, çok şiir kitabı olan biri olmadığım gibi şiir okurken de onu piç eden biriyim.

Beceremem!


Şu dizelerin olduğu şiiri okurken, birden kalıyorum.

Sen başka hayatlara öykünmelerinle,
ben, sevginin bayrağın yükseklere
         çeken insanlarla...
sonsuza kadar elveda...


1993

Kitabı bitiriyorum. Uzun bir süre denize bakarak iki şeyi düşünüyorum. Aynı insanın zaman dilimlerinden haraketle iki farklı zamandaki duygu dünyasının nasıl bir yol aldığını. Kanaatler oluşturuyorum elbette. Bu kez, evet işte ben yine bildim sevinci değil beklentim. Kumbarası belli ki dolu bir başka ve bence özel biriktirmişlikleri olan bir ruhu ne kadar anlayabildiğim iddiamın yüzdesini görmek istiyorum.

O sırada iki genç adam yanaşıyorlar. "15 yıllık arkadaşız ve birlikte bir fotoğrafımız yok, çeker misiniz?" diyorlar. Çok sevimli bir talep değil de nedir bu? Gülümsüyorum. Bir yandan da çekinceleri var, yöneticileri müşteri ile girdikleri diyaloğa ve isteklerine kızarsa diye. Öte yanda sürekli tekrar ettikleri cümle 15 yıl... ve bir fotoğrafları yok birlikte. Seve seve çekerim, diyorum, "Ben için de öyle güzel bir hikâye ki bu çocuklar," diye de ekliyorum ve 5 poz fotoğraflarını çekip e-mail adreslerini alıyorum. Öyle mutlular ki ben sayfalarca yazsam anlatamam.

Ama az önce bitirdiğim kitabın şairi iki cümleyle kesin anlatır!

Ödememi yapıyor, benimle ilgilenen genç kızı buluyor, "Şahanesin, çok teşekkür ederim," diyor, iskeleyi yürüyor, festivali geçiyor ve bu güzel zamanı kahve ile şımartmalıyım diyorum ve eve kıvrılmaktan vazgeçiyorum.

İyi ki de vazgeçiyorum?

Bir evlenme teklifi hazırlığı var. Bir genç kadın yakılacak ateşin odunlarını dizmekle meşgul. Kurulan düzenin profesyonel bir iş olduğunu düşünürken ben, fotoğraflarını çekebilir miyim? diye izin istiyorum. Elbette diyorlar, sonra bir fotoğrafçıları olmadığını öğreniyorum. Neden diyorum, dolu olduğunu söylüyorlar. Çektiğim fotoğraflar için e-posta adreslerini istiyorum. Evim şurası diyorum, ihtiyaç olursa bir telefon yeter diye de eklemiyorum.


Sende aramak bile güzel
            acının her zerresini,
avareliğin bir başına kişisini.

vurmak
her şeyi yerden yere,

Sonra yeniden dönmek
           şu şiirin başına

Ve demek:
Hep sevgiyle başlar her şey...


1983


Moena Books&Coffee'nin kısa merdivenlerini adımlarken kalbim sıcacık. Ayaklarım yerden kesik, ruhum havalarda. Mutluluk doz aşımı bir gün. Üstelik bunun bir de Pazar'ı var. Tarihe geçecek bir haftasonu.

Baristanın önündeyim.

"Bu kez tatlı bir şey istiyorum... beni iyice şımartsın ama!"

"Ne önerirsin?"


Enfes bir fincanla, enfes bir beyaz çikolatalı kahve, uzun süreye yayılmış bir keyifle şımartırken beni, şairin dünyasında ufak adımlarla, güzel satırlar çıkarmaya devam ederek, bir kez daha sessizce dolaşıyorum.

Bil ki:
          benim hüzünlerimden kocaman
bir dağı da yüklemek istemem.

Ama görüyorum ki...
           ıslak dağ çiçeklerinin
           çiğlerini taşıyan rüzgâr,
koştura koştura gelmiş de
                     göz pınarlarına oturmuş.


1993

 



*Üç şiirin de tamamı olmayıp içinden seçilmiş tadımlık dizeleridir, Sezer Özşen- Sevgili Momentos'a ulaşmak içinse buradan lütfen.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP