5 Aralık 2017 Salı

Ulak Top, Kireçte Kabak, Çocuk ve Müze

Hâlâ 9 Kasım 2017  

Öncesi...

Müze berbere göre karşı kaldırımdan yürümeyi gerektiriyor. 25-30 metre geri yürünüp, sonra sola dönülecek. Görüyoruz tabelayı. Kapıdan girişte danışma gibi bir yer oluşturulmuş; kemeri epey geniş, neredeyse küçük bir oda hacminde taş bir alan. Bir ön kabul ve denetim noktası gibi. Loş, gizemli ve sevimli. Kimseler yok. Bir görevli bekliyoruz. Müze kartlarımız güncel. Görünen avluysa gördüklerimizin en büyüğü neredeyse.


Gelen giden olmayınca giriyoruz içeri. Şahane bir bina. Ne güzel bir hayat yaşanmıştır, kim bilir. Hemen sağ duvarın önünde iki görevli var. Onayı aldık. Müze ücretsiz. Valilik Özel İdare kanalı ile eski evi alıp, elden geçirerek şık bir müze yapmış. Böyle işler yapan valilere can kurban. Bu kadar bitkiyi her formuyla, hikayelerini ve yararlarını içeren bilgilerle başka bir yerde görebilir miyiz, bilmiyoruz.  Ama gelmişken Hatay'a, kesinlikle görülmeli, Tıbbi ve Aromatik  Bitkiler Müzesi.


Nihai hedefimiz esas müzeye doğru yürümeye devam ediyoruz. Sevimli ve küçük bakkalları asla boş geçmeyiz. İki su ve bir Ankara Gazozu alıyoruz. Üstelik de öyle güzel soğutulmuş ki... Ayın Kasım olduğuna bakmayın. Buralar neredeyse yaz.

Habibi Neccar Camii ve külliyesinin karşı kaldırımındayız. Yanımızdaki sokaksa bas bas çağırıyor. Listede olan bir lokanta da sokağın hemen girişinde. Yalnız bir sorun var ki aynı adla şehrin merkezinde de bir yer var. Sultan Sofrası. Merkezi olan gerçek bir "Şehir Lokantası". Bembeyaz ve de kolalı peçeteleri var, eski zamanlar gibi. Önünden her geçişimizde, burada iş var duygusu yaratıyor ama bizde öğlen yemeği için zaman yok. İnşallah bir başka sefere.


Sokağa dalıyoruz. Öyle coşkuyla çağırdı ki, girmemek olanaksız. Karşılaştığımız insanlara bakarsak, ağırlıkla savaş topraklarından gelen aileler ve daha alt gelir gruplarından insanlarımız... ve de öğrenciler.  

İşte bir bakkal daha, mahallenin bakkalı, çıkmakta olduğumuz yokuşla kesişen sokakta. O ara iki çocuk gözümüze çarpıyor, 10-11 yaşlarında, bakkalın daha ilerisindeki ışık alan yerdeler. Sonra bir ilave daha oluyor. Mika bir top var ayaklarında. Küçük bir top. Birbirleri ile şakalaşıyor olsalar da bakışları bizden yana.


Sokak taze çamaşır kokulu. Pencerelerdense lezzet fışkırıyor. Aynı çantalar ve aynı montlara sahip üç minik kız, el ele, tepelerinde kurdelelerle okula uğurlanıyor. Pırıl pırıl  genç kız, muhtemeldir ki üniversiteli, yokuşu çıkıyor; gözlerinin ucu bizdeyken ve dudağının kenarındaki minik gülümseme çok şey anlatırken. Gülümsüyoruz. Hoş bulduk. Ne kadar çok hem de.

O ara top arkamızdan yuvarlanıyor, mesaj yüklü. Lacivert ve küçücük. Duygusu kocaman. En bayıldığım kadın ki kendisi bir Alkara'dır,* yuvarlıyor bir plase ile topu sahibine... O top bir kez daha geliyor. Ve bir kez daha gidiyor.

Yan yana yürüyoruz, beş arkadaş. Dillerin anlaşamadığı bir an. Duygularımız anlaşıyor. Fotoğraflarını çekmemizi istiyorlar. Gurbetin üç atlısı. Şaban Ahmet ve Muhammed ikisinin adı. Üçüncüyü ne yazık ki hatırlamıyoruz. Bir not defterim olmalı benim!


Fotoğrafları ulaştırmamız lazım! İletişimin bir yolu yok. Bir mail adresleri olsa keşke. Birlikte iniyoruz yokuşu. Onlar Habibi Neccar'da kılacaklar namazlarını. Türkçeleri üç beş kelime. Bir yerden çıktı alsak. Çocuklardan yardım istiyoruz. Önerecekleri bir yer yok.. Bir iki yere bakıyoruz birlikte. Sonuç sıfır.

Biz çoğaltır, dönmeden bakkala bırakırız, siz de iki gün sonra oradan alırsınız. 

İki gün sonra ama!

Anlaştık.

Vedalaşıyoruz.


Müzeyi falan unutuyoruz. Fotoğraflar en önemli meselemiz. Bir dijital baskıcı görüyoruz. Anlaşmak zor. Bir misafir esnaf daha... Bir çocuk katarak başka bir dükkana gönderiyor bizi. Orası da tekrar buraya. Aslında ikisi de aynı insanlara ait. Buna gülüyoruz. Ofiste, temiz yüzlü, hafif sarışın bir genç adam daha var. Telefonu ile görüntülü bir görüşme yapıyor, kendi diliyle. Bilgisayarın başındaki ile mutabığız. Gönderiyoruz resmi. Ebat konusunda anlaştık. Baskı başladı. Bir küçük kız giriyor içeri, sarı saçlı. Sırtında okul çantası. Tatlı mı tatlı. Dükkanın sahibi olduğunu sandığımız kişi ile sarılıyorlar. Sarışın genç adamın kızı olduğunu öğreniyoruz, "Sizin mi?," diye sorunca ötekine. Fotoğraflar tamam. Sevinçliyiz. "Ne kadar?" "15 TL," diyor, dört foto için. 10 TL'ye anlaşıyoruz.

Sarışın genç adam, çaylarımızı içerken, "Dil sorunum olmasa," der gibi. "O kadar şey söylemek isterdim ki size," diyor bi de.. "Ehlen ve sehlen diyerek anlatabilirim belki her şeyi." Ehlen ve sehlen'i anlıyoruz sadece, yüzündeki ifadeden de diğerlerini. Ötelenmişlik yaşayan bir kalbin takdir cümleleri, bunu biliyoruz. Yurdundan olmak, yabancılık çekmek, kendi gettolarının dışında yalnız kalmak ve aşağılanmak kötü. Bunu görüyoruz.

Habibi Neccar'ın avlusundayız. Cemaatin çıkmasını bekliyoruz. Takunyalar ve tıkırtılar pek ahenkli. Çocukların bu kadar kalmayacaklarına kanaat getirip mahallenin yokuşunu çıkıyoruz yeniden.


Çok mutluyuz. Az önce bakkala teslim ettik resimleri. Ödüllendirelim o halde kendimizi. Caddede bir gariban pastane. Mahalle gibi. Vitrindeki kabak tatlısı tahrik edici.

İkiye böler misiniz? 

İlk ısırıklar... Muazzam. Sanki dikdörtgen ve küçük bir hortumun içine kabak sosu koymuşlar. Nasıl bir beceridir ki bu. Isırıktan sonra ulaşabiliyoruz içindeki yumuşacık kabağa. Sonrası müthiş bir harman. Bayılıyoruz.

Bir dükkanın camındaki   "Kapalısın kapalısın deme,
- buralardayım-
numaramı arayıp 5 dakika bekle :)) :)) 
Tel......."  cümlesine takılıyor gözümüz. Bir tebessümle kalıyoruz önünde. Geldim bulamadım, klasik borçlu gerekçesine güzel bir cevap kesinlikle...  

Bunu yazan kim?  

Benim.

Süpersin.

Savoy Otel'in önünden geçerken, içeriye şöyle bir göz atıyoruz. Favorilerden biri idi ama şu an çok memnunuz orada olmadığımıza. Şehrin kalbine uzak çünkü.


Sol tarafımızda ve önümüzde, kutu kutu üstüne koyularak yapılıyor hissi veren bilim kurgu mimarisi ile bize epey hikaye yazdıran kocaman bir inşaat var.  Yaklaşınca anlıyoruz ki Hilton Müze Otel inşaatıymış kendisi. Müze ekinin nedenini şu an biliyor olsam da o an, müzeye yakınlığından kaynaklı olduğunu düşünüyorum.

Trafik ışıklarının olduğu kavşağın düz gitmemiz söylenen kısmında, Sanayi Sitesinin salaşlığı ile çelişen, ama garip bir biçimde de oraya yakışan vaha tadındaki büfeye giriyoruz. Tabanın bir kısmı cam; altındaki içki şişeleri ile güzel bir dekor oluşturulmuş. Küçükken, hayalimin bir giyim mağazasının tabanını akvaryum yapmak  olduğunu söylüyorum genç adama ve takdir ediyorum kendilerini. Kasadaki hanım muhtemelen anne, ve patron o.  Dükkan mıntıkası ile tezat bir şıklık sergiliyor. İçki skalası epey geniş öte yandan.

Ve ve ve... Yıllanmış ve 70'lik Johnny Walker & Sons King George V viski, göz kırpıyor makamından. Nadide bir eserin olması gerektiği yerde. Işığı süper. Fiyatı ise tam 2350 TL.


"İsa’nın 12 havarisinden biri olan St.Pierre; Antakya‘ ya M.S. 29-40 tarihleri arasında gelmiş ve Hristiyanlığı yaymaya çalışmış. İlk dini toplantının yapıldığı bu kilisede cemaat ilk kez Hristiyan adını almış. Bu yüzden St. Pierre Kilisesi Hristiyanlığın ilk kilisesi olarak biliniyormuş."  Hatay Valiliğinin sayfasındaki ifadeye göre.


İki çocuk yanaşıyorlar. Rehberlik etmek niyetleri. Daha esmer ve ötekine oranla daha ince olan konuya hakim. Kullandığı dil büyümüş de küçülmüş gibi. Garip bir ön yargı ile istemiyorum, sonrasında fena pişman olacağım üzere. Belki de tavrın ısrarcı gelmesini, -yapışkan bir biçimde- sadaka istemekle eşliyor aklım ve bu itici geliyor bana. Kilise alanının dışına çıkınca yine yakalıyor. İleride, dağın arkasında kalan heykelleri görmemizi öneriyor. Sırf bu yapışkan tavır nedeni ile gitmiyorum heykellere. En sevdiğim kadın veriyor emeğin karşılığını. Bense bir başka boyuttan bakıp yoksulluğa ve çabaya, tavrımın pişmanlığını yaşıyorum hâlâ.

Duvar yazısının önünde epey kalıyoruz, kiliseye tırmanmadan önce ve sonra. Ne yorumlar, ne yorumlar...Şu üst paragraftaki sızı ise hala içimde. Terk edeceği de şüpheli.

Müze göründü


Binaya bakınca çok saat burada kalacağımız hissi uyanıyor içimizde. O mimari cinlik burada da oynamayı başarıyor algımla. Seviyoruz binayı. Merkezde, Asi kıyısındaki bir kadim değirmenden sökülüp de buraya yerleştirilmiş koca çark anlam katıyor kendisine.

Müzenin Kahvesi! Yaratıcı fikir.  Sonuçta o makineden çıkan kahvelerin hepsi, her yerdeki, aynı. Bardağın üzerindeki bu nüans onu farklı kılıyor. Sevimli de... Bir de sohbet ekliyoruz kahvenin yanına.


Hava muhteşem. Sohbetin baş rolünde, tam da trafik ışıklarının orada yolumuzu doğrulattığımız, muhtemeldir ki gece bekçiliği yaptığı yerden evine dönen güzel adamın, ondan epey uzaklaştıktan ve unutmuşken onu, tekrar önümüze geçip de yolu yeniden tariflemesi,  hemen yan yoldan içeri girerek gideceği, çocukları ve eşi ile sıcaklaşmış yuvalarına, ısrarla yemeğe davet etmesini, bu çabanın içtenliğini ve sıcaklığını, ve de oraya kadar bizi sahiplenmiş gözetimini konuşuyoruz. Bir kez daha bu güzel ülkenin altını çiziyoruz elbette.

Tam o esnada motoru ile gelip, elindeki anahtar çantası ile kafeden içeri giriş yapmak isteyen tesisat tamircisine önce izin vermeyen sonra da göz yuman güvenlik görevlisinden hareketle, bir kaç gerilim senaryosu yazmayı da ihmal etmiyoruz müze üzerine.

Kasadaki kız tatlı. Müze de. Elektronik girişe okuttuk kartlarımızı. Az önce yanaşan tur otobüsünün kalabalığına yakalanmak istemiyoruz. Hititlerin izindeyiz. Güzel düzenlenmiş, çok da keyifle dolaşılan bir müze Hatay Arkeoloji Müzesi. Çok seviyoruz ilk andan itibaren.  Cam üzerinde yürürken altımızda kalan mozaiklere bakıp, bizim şehrimizin belediyesi ile de övünüyoruz öte yandan. Üzeri betonlaşmış bir meydanın altında kalan kale surlarını açığa çıkarıp üzerinde cam gezinti alanı yaratan ve tüm çevreyi eski haline döndüren başkanımızı takdir ediyoruz, partisinden bağımsız olarak.


II.Şuppiluliuma karşılıyor tüm konukları müze içinde. Güzel insan. Giriş için güzel bir seçim. 2004 yılındaki kazılarda bulunan 3000 yıllık bir heykel bu. Sarhoş Dionysos ise takdirimizi kazanan bir şahsiyet. Seviyoruz kendisini. Buzdolabımın üzerinde.


Hitit kralı III.Hattuşili'nin kız kardeşi Matanazi'nin hamile kalabilmesi için ki kendisinin yaşı epey geçkin, Mısır firavunu II.Ramses'ten ilaç hazırlayabilecek bir uzman doktor istemesi meselesini -mesafeler açısından- anlamaya biraz daha yaklaşmama neden oluyor müze. Yoksa direk uzaylı olduklarını kabullenecektim, hayranı oluğum Hititlerin.  Dünyanın ilk veraset ilamlarından biri ile karşılaşmak hoş geliyor. Üzerine epey fantezi oluşturmaya ve Hititlerin izinde yürümeye devam ederken, kendileri ile ilgili bir çok parçayı da eklemleme olanağı veriyor bu zengin müze.


St. Pierre mevkisindeki kazıdan çıkan arkeolojik eserler için, nerede çıktıysa olduğu yerde teşhir edilmesiyle ilgili bir karar alınmış meğerse.  Ama buna sebep olan olay ise şu imiş: Hilton "Müze" Oteli için temel kazısı yapılırken 850 m2’lik ebadıyla dünyadaki -tek parça- en büyük mozaikle karşılaşılmış. Otelin zemin katında toplamda, 2000m2’lik mozaik, 3.500 m2’lik mermer alanla bir müze oluşturulmuş. Meğerse dünyada eşi olmayan bir otel olmaktaymış kendisi. Bu değerli bilgileri bize kim verip de benim müzeye yakınlığından sandığım ve aslında basit bulduğum adı çok ama çok anlamlı kılmıştı? Şu an daha derin bir sızı ile sızlıyor kalbim. Kesinlikle o çocuğu bulmalıyım. Kesinlikle...

Şehir merkezine dönme vakti, acıktık. Şehrin markalarından birini test edeceğiz. 6 numaralı otobüsle ulaşabiliyormuşuz merkeze. Küçük bir şehir turu daha. Yeniden Saray Caddesi. İstikamet Abdo Döner.

  
"Biberler acı mı?" "Bize göre acı değil," diyor, muzipçe gülümseyen garson. Tedbiri elden bırakmıyorum. Bir ısırık ucundan. Teslim olmaya yetiyor. Fena acı. Döner güzel, lavaşı sosu ile birlikte çıtır ve incecik, lezzetli. Özgün bir kebap, güzel ama dönerler sıralamasında muhteşem kategoride değil. Çünkü muhteşem dönerin bir başka şehirde bizi beklediğinden henüz haberimiz yok.

Dalıyoruz sokaklarımıza yeniden, sonuçta dinlendik. Akşam yemeği saati yaklaştı. Uzun Çarşıya doğru yol alıyoruz. Önce Pöç Kasabı, sonra da Çınarıltı'nda künefe fikrimiz. Çarşı güzel, ülkenin doğusundaki tüm kadim çarşılar gibi. İşte Pöç Kasabı. Lakin kendileri açık ama fırıncı 7.10'da paydos ediyormuş. Olsun. Bu akşamın yarını da var. Çınaraltı da kapalı. O da yarına kalsın bakalım.


Çarşıdan çıkıp, bu kez ana cadde üzerinden Saray caddesine ulaşıp oradan da akşam yemeği için bir yere çörekleneceğiz. Konak var fikrimizde, bi de Anadolu Lokantası. Anadolu'ya daha yakınım. Çocukluk anılarımda ondan bi tane var çünkü. Benziyor da. Biraz önünde kalıp, netleştirmeye çalışıyoruz fikrimizi. Dün akşam çevre tanıma gezisi yaparken girdiğimiz sokağa giriyoruz. Bir kebapçı dikkatimizi çekmişti. Biz ona bakınırken, yanındaki mekan pırıl pırıl parlıyor. İçki de veriyor. Önündeki açık alan sevimli, lokanta da öyle, masa örtüleri de kareli, dışarıda oturabileceğiz üstelik. O halde?

Bu arada yukarıdaki fotonun hikayesini atladım. Çarşıdan çıkınca müzik ilgimizi çekiyor. Parkın içinde çalıyor abi. Güzel de söylüyor. Dinleyelim o zaman. Salep içer miyiz? İçeriz. Full olsun. İçine aklınıza ne gelirse koyuyorlar valla, leblebiden üzüme. Güzel mi? E güzel.


Bir masaya almak istiyor abla bizi. Bizse iki kişilik olan diğer masaya göz koymuşuz. Abla sinirli. Siniri masanın değiştirilmemiş ıslak örtüsünden. Yeni örtü için alıyor onu, masada kalmış tabakları da... başka örtüye gerek yok, diyoruz garsonu kurtarmak için. Kısaca, bayılıyoruz diyeceğim burası için. Şimdilik ama! En keyifli rakı akşamlarından birini yaşıyoruz. İlk izlenimimiz ve bizde yarattığı duygu muhteşem. Kadim meyhanelerden biri gibi ki uzun bahsedeceğim kendisinden daha sonra.


Günü katmerleyen anlarsa balkonumuzda...

*Alkaralar, Gençlerbirliği'nin taraftar grubudur.

Vakıflı'ya Niyet Hıdırbey'e Kısmet 

23 Kasım 2017 Perşembe

Affan Kahvesi, Sveyka'ya Özlem ve Hatay'ın Sürprizleri

 Giderken Hatay 1.bölüm,

9 Kasım 2017

Önce kahvaltı. Son kontrollerin ardından odadan çıkıyoruz. Kahvaltı otelin avlusunda. Son derece güzel düzenlenmiş bir alan. Odaların bir kısmı buraya bakıyor. Biz ön tarafta olmayı daha çok sevdik: Görüş alanımızdaki binalar, sokağın dili ve sunduğu hikâyeler daha güzel. Üstelik balkon keyfi muhteşem. Kesinlikle doğru bir mevsim seçmişiz bu gezi için. Yazın, kurumuş bir Asi'ye bakmak, o sıcakta bunca yer yürümek hoş bir şey olmazdı diye düşünüyorum şimdi.

Yan masada oturan ve bir iş için şehirde oldukları anlaşılan üç beyden biri Hatay'lı. Normalde epey zengin duran kahvaltıyı çeşit açısından az buluyor ve bunu o alandan sorumlu zarif hanımefendiye söylüyor. Daha sonra kalacağımız oteldeki kahvaltıdan sonra bu fikre katılmamamız mümkün değil; özellikle yerel tatlar açısından.

Yolumuz uzun ve hâlâ boşalma ihtimali olan bir oda olmadığından yarın ve sonraki gün için yeni bir konaklama yeri bulmamız gerek. Bu kez otelden yukarı doğru yürüyoruz. Dönerci Tacettin meğer az ileride ve karşımızdaymış. Saat 11'den sonraya döner kalmadığını beyan eden ve burayı çok öven bir yazı okumuştum. Şu an saat çok erken. Mekânsa tel kepenkli, demir doğramalı bir sanayi lokantası salaşlığında. Çekici.

İlk köşeden sola dönüyoruz. Hedefimizde Haytalı var. Mutlak tatmamız gerek. Önünden geçtiğimiz hostel kaç butik otele havasını atar kim bilir... Sağa döndük ve küçük yokuşumuzun başında göründü Affan Kahvesi.


Önce ayakkabılar dikkati çekiyor ta yokuşun altındayken. Ama Ayakkabı Tamircisi muhteşem. İzin verdi fotoğraf için. Çekmeden bırakmak olmazdı. O an, oradan itibaren ne öyküler kurduk bu kırmızı pabuçlar üzerine. Karakter tüm özellikleri ile kafamda. Hatta yazarsam bir gün bir öykü üzerine... Saçlarını kesinlikle İstanbullu Kuaför Müjgan* boyayacak.


Sabah ve saat erken diye kahveye girince soruyoruz, "Haytalı var mı?" Abi mekân gibi, eski zaman adamı. Çocukluktan beri burada. Ürünü yapan abisi. Güzel adam. Babam gibi. Aynı kuşağın  bıyıklarından var onda da. Nasılsa uzun uzun konuşacağız. Bahçeye alıyorlar bizi. Sevimli. Geçmişin izleri her yerde. Kaşıklar şahane. Çocukluğa dönmek bu işte... Sandalyeler kadim ki üzerlerine epey konuşuyoruz daha sonra. Aile ilişkilerinin güçlü olduğu hemen anlaşılıyor. Ama yeni nesillerle devam eder mi? Şüpheli.

Her birini tek tek yeseniz, alttaki nişastalı kısım belki size uzak kalır. Ama gül suyu ki gerçek gül suyu, nişastalı kısım, dondurma uyumu şahane. Her şey gerçek. Çocukluktaki gibi. Yeni dondurmalara ve yapay tatlara alıştırılmış damaklar ne der bilinmez ama biz çok ama çok mutluyuz.

O halde üzerine süvari bardakta kahve.


Sohbet  çok keyifli, hatta sohbete katılan ve ilkokuldan beri buraya geldiğini söyleyen 70 yaşını aşmış abi çok tatlı. Taklitlerinden şikayetçiler, gerçek malzeme kullanılmıyor olması rekabeti, maliyetler açısından zorlaştırıyor. Oysa burası bir nevi müze. Esas abi o sırada yeni hazırlanacak haytalıların cam kaselere yerleştirilmiş nişastalı tabanlarını buzdolabına yerleştiriyor. Uzun bir geçmişi solumak bizi de çocuklaştırıyor. İnsanın buradaki her objeyi, havada asılı tüm sözcükleri alıp bohçalayası geliyor. Ama bugün gideceğimiz mesafe kısa olsa da bizim için, nerelerin, hangi sokakların bizi çağıracağını bilmiyoruz. Yarın ve ertesi geceyi geçireceğimiz yeni otelimizde rezervasyon yaparken soruyorum Müzeyi. Taksiyle ya da otobüsle gitseniz, diyor; sırf onun yüzünden odalara bakma ihtiyacı bile duymadan rezervasyonu yaptığımız güzel kız. Üç kilometrecik mi?

Üzerinde bulunduğumuz ve boydan boya yürüyeceğimiz Kurtuluş Caddesi dünyanın en özel caddesi. Çünkü şu dünyada ilk aydınlatılan cadde imiş kendisi. Bakalım bize ne sürprizler sunacak.


Veee Sveykaaaa!... Orada olmayı en çok istediğimiz mekân. Kapalı, ama açık bir kapı var. Önce panjur aralıklarından içeri bakıyoruz. Masa ve sandalyelerine, en çok da -nahif- karanlığına bayılıyoruz. Bizi kimse tutamaz artık. Kapıdan içeri süzülüyoruz. Bir terk edilmişlik havası ile sanki tadilat varmış hissi arasındayız. Biri var içeride. Önce usta sandık. Bir kişi.

"Gezebilir miyiz?"

"Tabii ki."


Eşlik ediyor ve anlatıyor. Üst kata çıktık, sanki eski zamanlardan bir Lokantadayız. Kazablanka. Ve ve ve... siyah bir piyano var tam olması gereken yerde. Kahretsin! Abi sahibiymiş Sveyka'nın. Şu merdivenlerin arkasındaki binayı da satın almışlarmış, lakin o merdivenlerin ve dolayısı ile duvarın yıkılmasına izin vermiyormuş anıtlar kurulu. Birleştirmek istiyorlar burayı. Biz istemiyoruz. O zaman sevmeyiz ki biz Sveyka'yı. Üzülürüz hem.  

"Küçük bir geçiş yapsanız da bu merdiveni öldürmeseniz, şu avlu böyle kalsa."

Anlıyoruz abi kararlı. Oysa sırf bu nedenle bir yere gitmekten vazgeçeceğiz biz. Ama o an bunu bilmiyoruz.


Cadde öyle güzel sürprizler sunuyor ki.. bizse henüz yolunun yarısında bile değiliz. İpek satan dükkân dikkat çekici. Bir süre vitrindeyiz. Sonra içeride. Renkler öyle güzel ki, ürünler de... Üretici, abi. Fularların içinden bir fular seçiyoruz. Sohbet güzel fakat biz akşam olmadan müzede olmak istiyoruz. Zarif bir paketi var dükkânın, içine yıkama kılavuzu koyuyor abi, tabii ki kartını da... ve de kozalardan bir kaç tane. Tanıtım bu mudur? Budur. Çünkü ilk malı müşteri alır sonrasını mağaza satar. Kazandı bizi dükkân.


Bu tezgâh boş bir dükkândaydı aslında, gerimizde kalan. Meğerse dünyanın en uzun kilimi bu tezgâhta dokunmuş. Bununla bir rekoru kırmış sahibi. Yeni bir rekora hazırlanıyormuş şimdi. Bir alt sokaktaki deposuna gidiyoruz; dağınıklıktan oluşan mahcubiyeti sürekli cümlelerinde. Oysa içeri sinmiş sabunların kokusuna bayılıyoruz.


Berber dükkânının vitrinindeki kavanozlara takılıyor gözümüz. Kapariler küçük salatlık turşusu formunda. Abi kapıya çıkıyor. Israrcı, illa çay ikram edecek. Bende içme niyeti sıfır. Yola devam fikrindeyim. Abi de çok tatlı ama. O zaman mecbur. Kendisi üretiyormuş kaparileri. Satıyor da. Zaten gönüllüyüz ama epey bişi var yanımızda. Sorun yaşamak istemiyoruz uçakta. Bagaj tamam da ya kırılırsa kavanozlar çantada! Kesinlikle Tıbbi ve Aromatik  Bitkiler Müzesini görmemizi istiyor. Hani neredeyse elimizden tutup zorla götürecek. Bizse bilmiyorduk bile öyle bir müze olduğunu. Kapıya çıkıp iyicene tarif etti. Bi sokaktan sıvışacağız ama ya arkamızdan bakıyorsa...

Ulak Top, Kireçte Kabak, Çocuk ve Müze


*İstanbullu Kuaför Müjgan,  Kal Gelince Bir Üşengeçlik de Geliyor Haliyle  başlıklı yazıda yer alan gerçek bir mekandır.

22 Kasım 2017 Çarşamba

Zenginler Mahallesinde Kedi Olmak

 Giderken Hatay 1.bölüm,

Otelle giriş işlemlerimizi halledip, sırt çantalarımızı pek sevdiğimiz odamıza bırakıyoruz. Kendimizi dışarı atma zamanı. Şehirle ahbap olacağız. Önce Hatay Mezeleri ile rakı keyfi yapmalıyız. Otel yetkilisi iki hanımefendiye soruyoruz. İki isim öneriyorlar: Konak ve Avlu.

 Sveyka???

Kapandığını söylediler! Oysaki favorimiz oydu. Binanın hikâyesi vardı. Etkilenmiştik.


Aslında ön çalışmalar esnasında popülere uzak duran gönlümüzün seçtiği iki yer daha var. Birini bayağı netleştirmiştik hatta. Lakin önünde uzun süre kararsız bir şekilde kalmış olsak da ötekileri görmeden bir karar vermek istemiyoruz.

Herkesçe kabul gören ve önerilen mekânların fazlası ile farkındayız. Aslolansa onların bize neler fısıldayacakları. Bir ipucu vermeliyim sanki burada, ya da bir sır:  Başkalarına benzemek zorunda kalıp özlerini yitirmesinler diye çok hoşlandığımız, büyük aşklar yaşadığımız, kalbimize sokup orada sevdiğimiz, onlara karşı fazlaca korumacı olduğumuz mekânlar vardır bizim; bütün sevgi sözcüklerini içtenlikle kurduran.

İşte bunlardan biri ile büyük bir aşk yaşayacağımızdan henüz haberimiz bile yok.


Çoğu zaman içeride görülen sokak lambalarına aldanıp da sokak sanarak girdiğimiz, daracık sokaklara daracık girişlerle ulaşan ve aynı avluyu paylaşan evler muhteşem. Sakin ve mutlu. Şaşırtıcı derecede güzel mekânlar ve sokaklar barındıran bir mahalle burası. Zenginler Mahallesi.


Her taraftan müzik sesi geliyor ama asla rahatsız edici değiller. Bodrum'un eski zamanlarını çağrıştırır gibi. Bunu konuşuyoruz kendi aramızda. Ama sanki daha özgün ve daha buraya ait bir güzellik bu. Özenli, şık bir mütevazilik ve samimilik hissettiriyorlar. Hepsine tek tek girmek istiyor insan. Çok güzeller gerçekten. Çok ama!


Önünde kalıyoruz mekânın, bira ile ilgili fiyat uygulamaları, ve adına uygun tabelası ilginç geliyor. Mekân da... Göğe Bakma Durağı. Bizi çekti. İlk bakışma etkileyici. Dost olacağımız ise kesin gibi. Lakin önce Hatay Mezeleri rakı uyumunu test etmemiz gerek. Damaklarımız kaşınıyor, buzlu rakı çağırıyor.

Aslında bir başka yerde de kalacak aklım buraya tekrar dönerken. Onun sessizliğini, içeride yanan ateşin odununu, ve de bir şarap mekanı oluşunu sevdim. Dekorasyonu ise takdire şayandı. Şaraba gerçekten çoooookkkkkkkkkkk yakışmıştı. Bade Şarap Evi idi adı. Belki bir gün!

Konak'ın sokağından geçmiştik. Duvarlarını sevmiş, avlusunu da beğenmiştik. O an mı yaptık daha sonra mı hatırlamıyorum ama sonuçta son günü Konak'a ayırmaya karar verdik. Şimdi Avlu'ya bakma zamanı. A aa Mahallem'de buradaymış! O halde bir uğrayalım. Otellere bakınırken burayla da ilgilenmiştim aslında. Sevmiştim de... Lakin daha inandığım bir mekânda karar kılmıştım.


İki günlük rezervasyon yapabilmiştim The Liwan Hotel ile.. hafta sonu için doluydu. Yer açılırsa uzatılacaktı. Onların da önermesi ile ve de zaten aklımda oluşuyla öne çıktı Mahallem. Genç bir çiftti bizi karşılayan. Kesinlikle çok tatlı idiler. Üzücü ki onlarda doluydu hafta sonu. Bu mekânla ilgili bir eleştiri okumuştum, etraftaki mekânlardan gelen gürültü ile alakalı. Oysa bizim için bu dert olmazdı. Sonuçta burası Zenginler Mahallesi! Öyle renkli bir zenginlik ki bu, farklı dinlere ve mezheplere ait kiliseler, havralar ile camilerin sesleri, farklı insanlarıyla harman. Sınıfsal bir ayrım yapmaya olanak tanımayacak kadar kardeş ve iç içe bir mahalle. Belli bir saatten sonra müzik bitiyor zaten. Sonuçta tatildesiniz ve yatağa dönüşünüz istemeseniz de geçe kalacak. Bu çifte de soruyoruz, öne Konak'ı koyup ardına Avlu'yu ekliyorlar. Biz Avlu'ya daha yakınız. Fiziki olarak da. Çünkü hemen yan tarafta.


Rezervasyonumuz yok. Hemen iki kişilik bir masa buluyorlar üst kat balkonunda, avluya bakan. Garsonlar çok sıcak. Hizmet üst düzey ve peşinen söyleyeyim ki fiyatlar çok makul. Menü zengin. Mekâna bayılıyoruz zaten. Bir meze tabağı söylüyoruz yerel tatları içeren. Bir de rakı. Eğer iki kişi iseniz küçük tabak söyleyin. Bize gelen tabak duble imiş, finalde öğrendiğimiz üzere. Bir de çiğ köfte söylüyoruz ki kesinlikle diğer yöre çiğ köftelerinden farklı. Bayağı da çig diyebilirim. Üzerine kavrulmuş kıyma koyuyorlar. Buraya özgü. Deneyelim dedik ve denedik. Planımızda ara sıcak olarak Oruk var. Ama daha sonra, diyoruz şahane garsonumuza.


Abagannuş, Yoğurtlama, Humus, Zeytin Salatası, Muhammara ve Cevizli Biber'den oluşan bir tabak bu. Üzerine bir miktar zeytinyağı gezdirilmiş. Dört kişilik bir masayla bile baş eder. Yanında gelen pideler sıcacık. Çalan müzikler akşamla ve mekânla uyumlu. Hâlâ dışarıda oturulabiliyor olması muhteşem. Bir tür yaza veda masası. Mezeler lezzetli ve hafif. Önce, tuzu çok az kullanan ben bile yadırgıyorum. Tuzu seven yol arkadaşımsa sessiz. Şaşırıyorum, çünkü tuz ilave etmiyor. Sonra alışıyorum. Hatta tuzu baskın kılmayarak tatları doğal hallerinde bırakıyor olmalarını takdir ediyorum. Tazecik nane ve maydanozlar da cabası.


Çiğ köfteyi başlangıçta yadırgasam da sonra alışıyorum. Üzerindeki kavrulmuş kıyma ile değişik bir lezzet. Alışmamış damağım için önce yadırgatıcı gelse de sonuçta bir deney bu. Her şeyin üzerini kapatmayı başaran buzzzz gibi rakı var sonuçta.

Rakı arası çaylarımızı da ihmal etmiyorlar, bu güzel mekânın güzel hizmet sunan, güleryüzlü garsonları. Oruk içinse ne yazık ki yer kalmıyor midelerimiz de.

Memnun ayrılıyoruz Avlu'dan, yol akşamı için çok güzel ve keyifli bir rakı içimi oldu. Hoş bulduk.


Her biri tablo güzelliğindeki evlerin ve mekânların arasından geçerek otele doğru yürüyoruz. Müzik sesleri gencecik. Gençlikle tarihselin muhteşem tamamlayıcılığına tanıklık ediyoruz. Kıpırdatıyor insanı kaçınılmaz olarak. Solunan hava fazlası ile tahrik edici. Cıvıl cıvıl bir hayat. Rahatsız ve huzursuz edecek hiçbir şey yok. Hani desem ki evinizde bile bu sokaklardaki kadar huzurlu ve güvende hissetmezsiniz kendinizi. İnanın bana. E biz de genciz yahu. Üstelik yalayıp yuttuğumuz bir hayat var. O halde rakı üstü bira mutlak. Biraz daha tereddüdün ardından Göğe Bakma Durağı'ndayız.


Üst katta odunların çıtırdadığı bir sevimli sobanın karşısındaki masaya konuşlanıyoruz. İçeri mekânın sahibi ile girmiştik zaten. Biranın yanında, içinde havuç, çubuk kraker ve salatlık turşusu olan sevimli bir tabak geliyor. Ben limonata içiyorum. Bu akşamlık ama! Limonatanın konulduğu kavanoz muhteşem. Müzik şahane. Solist gitarı konuşturuyor. Akorlardan bile duygu akıyor. Bir ufak eleştirimiz de oluyor ki bunun şarkı söyleyişle alakası yok. Mikrofondan bir tık geri dursa keşke, diyoruz. Bas seslerde patlıyor da biraz. İlgimiz ve de övgülerimiz mutlu ediyor mekân sahibi genci. Bunu açıkça da beyan ediyor. Çok seviyoruz burayı. Avludaki masalarından birinde doğum günü var.

Çıkarken kutlayacağız ve o masadan sahneye gelip de muhteşem sesi ile hem çalıp hem söyleyen kızı tebrik edeceğiz.

Ediyoruz.


Otele döneceğimiz köşeye yaklaşıyoruz. Bir müzik sesi geliyor ki muhteşem. Önce bir mekândan sanıyoruz ve onu arıyoruz. İçeri gireceğimiz kesin. Yorum muhteşem. Bir mekândan değil. Bir CD dükkânından olabilir mi? Oradan da değil. Bu ses sokakta. Adımlarımız hızlı. Bulduk. Önce ayakta dinliyoruz, bir süre. Sonra oturuyoruz banka. Bira bulmalıyız! Her şarkı bitiminde elinizdeyse alkışlamayın. Göz kontağını kurduk. Sesiyle muhteşem oynuyor şarkıcı. Caz'a ne kadar da yatkın. Bir isimle benzeştirdik bazı şarkılardaki tarzını. Bir süre sonra bitiriyor konseri. Yanına gidiyoruz. En bayıldığım yol arkadaşım cinsiyetin altını çizerek, Tülay German gibi yorumunuz diyor. Tebrik ediyor, tokalaşıyoruz. O bilmiyor Tülay German'ı. Hiç dinlememiş. You Tube'dan bulup dinleyeceğini söylüyor. Ritim çalan çocuğu da tebrik edip kulağımızdaki enfes lezzetle ayrılıyoruz oradan.

Geceyi bitirmesek mi?

Hımmmmmmmm balkonumuz var!

Affan Kahvesi, Sveyka'ya Özlem ve Hatay'ın sürprizleri

21 Kasım 2017 Salı

Giderken Hatay,

 8 Kasım 2017


Bilet üzerinden sıkıntılı bir süreç yaşanmış olmasına rağmen ki kendisi başlı başına bir yazı konusu olacak; tüm aktarmaları zamanında, kusursuz bir makine düzeninde, THY'ye şükran duyulacak derecede aksaksız bir seyahat oldu, dönüşüyle birlikte.

Özellikle İstanbul Hatay arası, bugüne kadarki en keyifli uçuşlarımızdan biri olmayı başardı. Anadolu'yu bir ucundan diğerine günün en güzel saatlerinde, 10000 feetin üzerinde geçerken, ülke doğasının sunduğu manzaralar tartışmasız dünyanın en güzellerindendi. Üstelik bu kez uçağımızın koltuk araları fazlası ile rahat, koltuklarımız fazlası ile konforluydu. Sanki de  manzaraların ve de uçuşun keyfini dibine kadar yaşayalım diye özellikle seçilmişti uçak. Sandviç ve kahve hiç bu kadar keyifle eşlik etmemişti bir yolculuğa. Yoksa gideceğimiz şehirde yaşayacağımız keyfin fragmanı mı idi olan biten her şey?


Üç ay aradan sonra yenilenmesi biten pistimizde ilk uçuş günü, ki bu yenilenme nedeniyle bir gün ötelenmişti biletimiz. Bu da bir günlük kayıp olmuştu bizim için. Oysa biz önce Gaziantep lezzetleri için Gaziantep'e uçacak, dönüşümüzü de direk Hatay'dan yapacaktık. Sonra bundan vazgeçmiştik. Buna üzüldük mü? Tabii ki hayır. Hatta daha iyi bir karar olduğunu bile söyleyebiliyorum şimdi.

Aslında uzun uzun anlatılabilecek bir aksiyon da içeriyor gün. Bu bir gün önceden belli. Bu konuyu kendimize özel bir anı olarak, kısacık ip uçları ile tarihe not düşüyorum. Bu yazı serisinde daha fazla bahsetmeyeceğim bundan. Belki bir gün, bir Olay Yeri İnceleme'de yer alır, kim bilir!

Bir yolcumuz var başkente uçacak. Bir can arkadaş. Onu yolcu etmemiz gerek. Uçuşu bizden önce. Kahretsin ki Ankara'dan gelecek uçağı, Esenboğa'dan iki saat rötarla kalkacak ve biz önce uçmak zorundayız. Bu güzel değil.

Aklımız onda ve uçuyoruz.

Muhteşem bir kalkış, bir pamuk yumuşaklığında kesildi tekerler pistten. Kaptanımızı çok takdir ettik. İçimiz güven dolu. Yolun keyfini çıkaralım o halde. Günün ilk kahveleri ve kaşarlı sandviçler... Aktarma için Sabiha Gökçen'e vardığımızda, öyle güzel buluşuyor ki pistle tekerler. Hava pırıl pırıl.

Can arkadaşın rötarının iki saat daha uzadığını öğreniyoruz. Bu da güzel değil. 30 dakikalık yola 4 saat rötar! Telefonla sürekli iletişim hali her iki noktadaki arkadaşlar ve aile ile. Biz merkezli bir koordinasyon çabası. Oysa hafta sonu ne de güzel saatleri birlikte geçirmiştik Kuş Cennetinde; su basar ormanlarında şahane bir kahvaltı yapmış, bol bol fotoğraf çekmiş, toptancıya balık teslim anına denk gelmiş, göl içindeki bir adada yaşayan ve bizi evine davet eden Enver Abi ile tanışmış, günün finalinde de ennnnnnnnnnnn sevdiğimiz mekanlardan birinde, onun isteği ile deniz manzarası eşliğinde ve onun bayıldığı, şahane bir rakı keyfi yaşamıştık.


Dağların arasından süzülerek, adeta bir Hatay görsel şöleni sunularak alçalıyoruz Amik Ovası üzerindeki havaalanına. İlk izlenimim ve benzetmem, burası Tel Aviv gibi oluyor. Toprak kokusu, renkler, Ortadoğu coğrafyalarını çağrıştırıyor. Seviyorum havaalanını.

Yanında kocaman 13 TL levhası asılı olmasına rağmen, "onlar 18 biz kişi başı 20 TL" diyerek bizi aşırmaya çalışan "bıçkın" taksi şoförüne "13 yazıyor ya" deyip, es geçiyor ve Havaş'a konuşlanıyoruz. Varoşlardan şehre giriş biraz hayal yıkıcı oluyor ama havalanından çıktıktan sonraki "Türkiye'ye Hoş Geldiniz" yazısı sevimli geliyor. Ama sonraki günler, tanıdıkça şehri ve insanları, dönmesek mi derken buluyoruz kendimizi.

Köprünün başındaki durakta bırakıyor bizi kibar şoförümüz. Dönüşte kullanacağımız en yakın durağı da tarif ediyor bize. Şimdi istikametimiz otel. Sokak aralarında yürüme fikrindeyiz. İlk karşılaştığımız şu yukarıdaki şahsiyete bayılıyoruz. O ne duruş öyle! Artık adamımız o bizim.


Belki de bazı lezzetler ve mekanlar için, Hatay'ın neresinde kalırsanız kalın en çok kullanacağınız cadde bu. Üstelik bi akşam duyduğumuz müzik sesinin peşine takılarak gelip konuşlandığımız bankta dinlemeye doyamadığımız, övgü sözcüklerimizi bizzat beyan ettiğimiz ve önerilerde bulunduğumuz şahane sokak çalgıcılarının caddesi. Otel yolumuz. En sevdiğimiz, en karizmatik, şu yukarıdaki muhteşem Hatay'lının trafiğe kapalı caddesi... Saray.

Ve kısa sürede dışarılara, yerel lezzetlere, muhteşem ve daracık sokaklara atmak için kendimizi, geniş bir çevre turunun ardından, binasına ve düzenlenmesine bayılacağımız sevgili otelimizdeyiz.


Önce... sıcağı sıcağına bir kaç fotoğrafını çekmeliyiz ama. Balkonumuza bayılıyoruz. Mutlaka, akşamlardan birinde, o balkonda bir bira.. ya da şarap. Kesin karar. İçilmeli! Mini bar bağırıyor. Fiyatlar makul. Ve  o güzel akşamki bir fotoğraf, buralı bir arkadaştan gelen, bir binanın fotosu için dikkat çeken mesaja, öyle güzel bir cevap olacakmış ki...

Meğerse!

Şu an düşünüyor ve hayıflanıyorum ki, 10 Kasım akşamı, Cumhuriyetimiz için önemi büyük bu şehirde, üstelik o balkonda, sadece Ata'ya, bir kadeh rakı içmiş olmalıydık.

Kesinlikle!

Bu türden ritüelleri sevmeyen biri olsam da...


Devamı

17 Kasım 2017 Cuma

Hatay'dan gelmiş biberli ekmek buldum sabah masamda!





2 Haziran 2016 

Şefin harikalar yarattığı bir sabah oldu yine bayanım. Kendisine, "şefin usulüyle üç peynirli, İtalyan esintili Alanos Pizzası" adına verebiliriz şimdilik... Dün mü, önceki gün mü yaptığımı şimdi hatırlayamadığım yumurta şaheserlerimden biri esnasında planlamıştım bayanım, muhteşem oldu valla.

Kısaca özetlemeye çalışırsam; önce Sürmeli Ekmeğinin tabanını incecik kestim bayanım. Neredeyse bir tül gibi... Sonra, onu tost makinesine yerleştirdim. Azıcık kızarttım ve tabağa aldım. Sonracıma bayanım, üç peyniri hazır ettim. İnce doğradığım domatesleri içine fesleğen ve kekik koyulmuş zeytinyağında dinlenmeye bıraktım. Biraz fesleğen ve biraz kekiği de bir kenara ayırdım. Sonra ennn sevdiğim bayanım, tereyağını tavaya koyup erittim, belli bir noktaya gelince ki şefin marifetlerinden biri bunu saptamak, kızarmış tabanı tereyağına atıp, biraz ısladıktan sonra tekrar tabağa taşıdım.

Ardından, önce Sürmeli Peynirini attım aynı tavaya... tabii ki uygun incelikte ve uygun boyutlarda kesilmiş olarak. Onun üzerine zeytinyağında beklettiğim missss kokulu domatesleri yerleştirdim. Onun üzerine Kars Kaşarlarını, onun da üzerine tel tel ayrılmış Çeçilleri. Üzerini bir kapakla kapatıp -tabii ki- uygun ateşte bir kaç dakika kaynaşsınlar ve kolektif bir şarkı tuttursunlar diye bir süre beklettim onları.

Sonra bayanım, yani vakti zamanı gelince, bir yumurtanın önce beyazını koydum tereyağlı tavaya, sonra da sarısını. Pul biber, karabiber, kalan fesleğenler ve kekikleri de ekledikten sonra, çok kısa süre kapağı kapalı ama kısık ateşte pişirdim kendilerini... ardından da kapattım ocağın altını. Tabii ki yumurta sarısını rafadan bırakmayı ihmal etmeden.

Demlenlenmekte olan kahvemi fincana döktükten hemen sonra da açtım kapağı ve buluşturdum tereyağı değmiş, kararında kıtırlaştırılmış tabanın üstünde hepsini.

Ve ennnnn sevdiğim bayanım, bu renk ve koku cümbüşünün üstünde, tavadaki iyice aromalanmış tereyağını gezdirdim bir süre. Âlâ oldu bayanım valla. Yapacağım sana da.

Aldım bayanım listeme kitabı*, şu son bina bitsin koca bi sipariş vereceğim zaten.

Aynı sen desem mi demesem mi bilemedim şimdi araba konusunda. Ben valla çok güvende hissediyorum kendimi senin yanında. Tamam biraz arabanın önünden gidiyorsun bazen, daha bişi olmadan olacakmış gibi hissediyorsun, ama bu, sana alışınca insan, hiç de panik sebebi olmuyor bayanım. Biraz daha büyüyünce bunu da aşacaksın zira. Daha küçüksün be bebeğim.

Yerim ben seni be!

Sanki bugün bende yazma potansiyeli yüksek gibi bayanım, çok yazı kursam da kafamda, işler güçler nedeniyle yine yazamayacağım sanki. Gerçi kafada hazır epey yazı var ki biri yazıldı zaten, Gramofon. Sadece işlenecek. Diğeri sokaklar ki bu türü yazmak benim için kolay, bugünkü menünün tarifini yazabilirim ayrıca, ve de şu cenaze sürecinde Tırtıl'la sessiz ilişkimizi anlatan bir olay yeri inceleme muhteşem olur kanımca. Kurdum cümlelerin çoğunu aslında kafamda. En azından dört yazının tema'sı belli bayanım, bi gaza gelirsem yeni bir Kars yazısı yazma serüveni başlar bende.

Valla bayanım içimdeki yazma aşkı tavanda, ama hep şu inşaattaki işini eksik yapanlar yüzünden uzaklaşıyorum ekran karşısından. Lakin çalışma odam olunca, daha tecrübeli ve eskisinden daha motive bir "yazar " olarak, çok daha aktif bir blogger olacağım kesin. Üstelik daha çok gezme, yeme içme fırsatına sahip bir yazar bu. Bi de muhteşem bir motivasyonu var dibinde, aklında, kalbinde.

Bak yine heyecan yaptım ya!

Ne uzattım di mi ama?


*Hatay'dan gelmiş biberli ekmek buldum sabah masamda. 31 Mayıs 2016

 *Fotoğraf 10 Kasım 2017 Hıdırbey-Hatay

*Kitap: Ferzan Özpetek-Sen benim hayatımsın.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP