22 Kasım 2017 Çarşamba

Zenginler Mahallesinde Kedi Olmak

 Giderken Hatay 1.bölüm,

Otelle giriş işlemlerimizi halledip, sırt çantalarımızı pek sevdiğimiz odamıza bırakıyoruz. Kendimizi dışarı atma zamanı. Şehirle ahbap olacağız. Önce Hatay Mezeleri ile rakı keyfi yapmalıyız. Otel yetkilisi iki hanımefendiye soruyoruz. İki isim öneriyorlar: Konak ve Avlu.

 Sveyka???

Kapandığını söylediler! Oysaki favorimiz oydu. Binanın hikâyesi vardı. Etkilenmiştik.


Aslında ön çalışmalar esnasında popülere uzak duran gönlümüzün seçtiği iki yer daha var. Birini bayağı netleştirmiştik hatta. Lakin önünde uzun süre kararsız bir şekilde kalmış olsak da ötekileri görmeden bir karar vermek istemiyoruz.

Herkesçe kabul gören ve önerilen mekânların fazlası ile farkındayız. Aslolansa onların bize neler fısıldayacakları. Bir ipucu vermeliyim sanki burada, ya da bir sır:  Başkalarına benzemek zorunda kalıp özlerini yitirmesinler diye çok hoşlandığımız, büyük aşklar yaşadığımız, kalbimize sokup orada sevdiğimiz, onlara karşı fazlaca korumacı olduğumuz mekânlar vardır bizim; bütün sevgi sözcüklerini içtenlikle kurduran.

İşte bunlardan biri ile büyük bir aşk yaşayacağımızdan henüz haberimiz bile yok.


Çoğu zaman içeride görülen sokak lambalarına aldanıp da sokak sanarak girdiğimiz, daracık sokaklara daracık girişlerle ulaşan ve aynı avluyu paylaşan evler muhteşem. Sakin ve mutlu. Şaşırtıcı derecede güzel mekânlar ve sokaklar barındıran bir mahalle burası. Zenginler Mahallesi.


Her taraftan müzik sesi geliyor ama asla rahatsız edici değiller. Bodrum'un eski zamanlarını çağrıştırır gibi. Bunu konuşuyoruz kendi aramızda. Ama sanki daha özgün ve daha buraya ait bir güzellik bu. Özenli, şık bir mütevazilik ve samimilik hissettiriyorlar. Hepsine tek tek girmek istiyor insan. Çok güzeller gerçekten. Çok ama!


Önünde kalıyoruz mekânın, bira ile ilgili fiyat uygulamaları, ve adına uygun tabelası ilginç geliyor. Mekân da... Göğe Bakma Durağı. Bizi çekti. İlk bakışma etkileyici. Dost olacağımız ise kesin gibi. Lakin önce Hatay Mezeleri rakı uyumunu test etmemiz gerek. Damaklarımız kaşınıyor, buzlu rakı çağırıyor.

Aslında bir başka yerde de kalacak aklım buraya tekrar dönerken. Onun sessizliğini, içeride yanan ateşin odununu, ve de bir şarap mekanı oluşunu sevdim. Dekorasyonu ise takdire şayandı. Şaraba gerçekten çoooookkkkkkkkkkk yakışmıştı. Bade Şarap Evi idi adı. Belki bir gün!

Konak'ın sokağından geçmiştik. Duvarlarını sevmiş, avlusunu da beğenmiştik. O an mı yaptık daha sonra mı hatırlamıyorum ama sonuçta son günü Konak'a ayırmaya karar verdik. Şimdi Avlu'ya bakma zamanı. A aa Mahallem'de buradaymış! O halde bir uğrayalım. Otellere bakınırken burayla da ilgilenmiştim aslında. Sevmiştim de... Lakin daha inandığım bir mekânda karar kılmıştım.


İki günlük rezervasyon yapabilmiştim The Liwan Hotel ile.. hafta sonu için doluydu. Yer açılırsa uzatılacaktı. Onların da önermesi ile ve de zaten aklımda oluşuyla öne çıktı Mahallem. Genç bir çiftti bizi karşılayan. Kesinlikle çok tatlı idiler. Üzücü ki onlarda doluydu hafta sonu. Bu mekânla ilgili bir eleştiri okumuştum, etraftaki mekânlardan gelen gürültü ile alakalı. Oysa bizim için bu dert olmazdı. Sonuçta burası Zenginler Mahallesi! Öyle renkli bir zenginlik ki bu, farklı dinlere ve mezheplere ait kiliseler, havralar ile camilerin sesleri, farklı insanlarıyla harman. Sınıfsal bir ayrım yapmaya olanak tanımayacak kadar kardeş ve iç içe bir mahalle. Belli bir saatten sonra müzik bitiyor zaten. Sonuçta tatildesiniz ve yatağa dönüşünüz istemeseniz de geçe kalacak. Bu çifte de soruyoruz, öne Konak'ı koyup ardına Avlu'yu ekliyorlar. Biz Avlu'ya daha yakınız. Fiziki olarak da. Çünkü hemen yan tarafta.


Rezervasyonumuz yok. Hemen iki kişilik bir masa buluyorlar üst kat balkonunda, avluya bakan. Garsonlar çok sıcak. Hizmet üst düzey ve peşinen söyleyeyim ki fiyatlar çok makul. Menü zengin. Mekâna bayılıyoruz zaten. Bir meze tabağı söylüyoruz yerel tatları içeren. Bir de rakı. Eğer iki kişi iseniz küçük tabak söyleyin. Bize gelen tabak duble imiş, finalde öğrendiğimiz üzere. Bir de çiğ köfte söylüyoruz ki kesinlikle diğer yöre çiğ köftelerinden farklı. Bayağı da çig diyebilirim. Üzerine kavrulmuş kıyma koyuyorlar. Buraya özgü. Deneyelim dedik ve denedik. Planımızda ara sıcak olarak Oruk var. Ama daha sonra, diyoruz şahane garsonumuza.


Abagannuş, Yoğurtlama, Humus, Zeytin Salatası, Muhammara ve Cevizli Biber'den oluşan bir tabak bu. Üzerine bir miktar zeytinyağı gezdirilmiş. Dört kişilik bir masayla bile baş eder. Yanında gelen pideler sıcacık. Çalan müzikler akşamla ve mekânla uyumlu. Hâlâ dışarıda oturulabiliyor olması muhteşem. Bir tür yaza veda masası. Mezeler lezzetli ve hafif. Önce, tuzu çok az kullanan ben bile yadırgıyorum. Tuzu seven yol arkadaşımsa sessiz. Şaşırıyorum, çünkü tuz ilave etmiyor. Sonra alışıyorum. Hatta tuzu baskın kılmayarak tatları doğal hallerinde bırakıyor olmalarını takdir ediyorum. Tazecik nane ve maydanozlar da cabası.


Çiğ köfteyi başlangıçta yadırgasam da sonra alışıyorum. Üzerindeki kavrulmuş kıyma ile değişik bir lezzet. Alışmamış damağım için önce yadırgatıcı gelse de sonuçta bir deney bu. Her şeyin üzerini kapatmayı başaran buzzzz gibi rakı var sonuçta.

Rakı arası çaylarımızı da ihmal etmiyorlar, bu güzel mekânın güzel hizmet sunan, güleryüzlü garsonları. Oruk içinse ne yazık ki yer kalmıyor midelerimiz de.

Memnun ayrılıyoruz Avlu'dan, yol akşamı için çok güzel ve keyifli bir rakı içimi oldu. Hoş bulduk.


Her biri tablo güzelliğindeki evlerin ve mekânların arasından geçerek otele doğru yürüyoruz. Müzik sesleri gencecik. Gençlikle tarihselin muhteşem tamamlayıcılığına tanıklık ediyoruz. Kıpırdatıyor insanı kaçınılmaz olarak. Solunan hava fazlası ile tahrik edici. Cıvıl cıvıl bir hayat. Rahatsız ve huzursuz edecek hiçbir şey yok. Hani desem ki evinizde bile bu sokaklardaki kadar huzurlu ve güvende hissetmezsiniz kendinizi. İnanın bana. E biz de genciz yahu. Üstelik yalayıp yuttuğumuz bir hayat var. O halde rakı üstü bira mutlak. Biraz daha tereddüdün ardından Göğe Bakma Durağı'ndayız.


Üst katta odunların çıtırdadığı bir sevimli sobanın karşısındaki masaya konuşlanıyoruz. İçeri mekânın sahibi ile girmiştik zaten. Biranın yanında, içinde havuç, çubuk kraker ve salatlık turşusu olan sevimli bir tabak geliyor. Ben limonata içiyorum. Bu akşamlık ama! Limonatanın konulduğu kavanoz muhteşem. Müzik şahane. Solist gitarı konuşturuyor. Akorlardan bile duygu akıyor. Bir ufak eleştirimiz de oluyor ki bunun şarkı söyleyişle alakası yok. Mikrofondan bir tık geri dursa keşke, diyoruz. Bas seslerde patlıyor da biraz. İlgimiz ve de övgülerimiz mutlu ediyor mekân sahibi genci. Bunu açıkça da beyan ediyor. Çok seviyoruz burayı. Avludaki masalarından birinde doğum günü var.

Çıkarken kutlayacağız ve o masadan sahneye gelip de muhteşem sesi ile hem çalıp hem söyleyen kızı tebrik edeceğiz.

Ediyoruz.


Otele döneceğimiz köşeye yaklaşıyoruz. Bir müzik sesi geliyor ki muhteşem. Önce bir mekândan sanıyoruz ve onu arıyoruz. İçeri gireceğimiz kesin. Yorum muhteşem. Bir mekândan değil. Bir CD dükkânından olabilir mi? Oradan da değil. Bu ses sokakta. Adımlarımız hızlı. Bulduk. Önce ayakta dinliyoruz, bir süre. Sonra oturuyoruz banka. Bira bulmalıyız! Her şarkı bitiminde elinizdeyse alkışlamayın. Göz kontağını kurduk. Sesiyle muhteşem oynuyor şarkıcı. Caz'a ne kadar da yatkın. Bir isimle benzeştirdik bazı şarkılardaki tarzını. Bir süre sonra bitiriyor konseri. Yanına gidiyoruz. En bayıldığım yol arkadaşım cinsiyetin altını çizerek, Tülay German gibi yorumunuz diyor. Tebrik ediyor, tokalaşıyoruz. O bilmiyor Tülay German'ı. Hiç dinlememiş. You Tube'dan bulup dinleyeceğini söylüyor. Ritim çalan çocuğu da tebrik edip kulağımızdaki enfes lezzetle ayrılıyoruz oradan.

Geceyi bitirmesek mi?

Hımmmmmmmm balkonumuz var!

Affan Kahvesi, Sveyka'ya Özlem ve Hatay'ın sürprizleri

21 Kasım 2017 Salı

Giderken Hatay,

 8 Kasım 2017


Bilet üzerinden sıkıntılı bir süreç yaşanmış olmasına rağmen ki kendisi başlı başına bir yazı konusu olacak; tüm aktarmaları zamanında, kusursuz bir makine düzeninde, THY'ye şükran duyulacak derecede aksaksız bir seyahat oldu, dönüşüyle birlikte.

Özellikle İstanbul Hatay arası, bugüne kadarki en keyifli uçuşlarımızdan biri olmayı başardı. Anadolu'yu bir ucundan diğerine günün en güzel saatlerinde, 10000 feetin üzerinde geçerken, ülke doğasının sunduğu manzaralar tartışmasız dünyanın en güzellerindendi. Üstelik bu kez uçağımızın koltuk araları fazlası ile rahat, koltuklarımız fazlası ile konforluydu. Sanki de  manzaraların ve de uçuşun keyfini dibine kadar yaşayalım diye özellikle seçilmişti uçak. Sandviç ve kahve hiç bu kadar keyifle eşlik etmemişti bir yolculuğa. Yoksa gideceğimiz şehirde yaşayacağımız keyfin fragmanı mı idi olan biten her şey?


Üç ay aradan sonra yenilenmesi biten pistimizde ilk uçuş günü, ki bu yenilenme nedeniyle bir gün ötelenmişti biletimiz. Bu da bir günlük kayıp olmuştu bizim için. Oysa biz önce Gaziantep lezzetleri için Gaziantep'e uçacak, dönüşümüzü de direk Hatay'dan yapacaktık. Sonra bundan vazgeçmiştik. Buna üzüldük mü? Tabii ki hayır. Hatta daha iyi bir karar olduğunu bile söyleyebiliyorum şimdi.

Aslında uzun uzun anlatılabilecek bir aksiyon da içeriyor gün. Bu bir gün önceden belli. Bu konuyu kendimize özel bir anı olarak, kısacık ip uçları ile tarihe not düşüyorum. Bu yazı serisinde daha fazla bahsetmeyeceğim bundan. Belki bir gün, bir Olay Yeri İnceleme'de yer alır, kim bilir!

Bir yolcumuz var başkente uçacak. Bir can arkadaş. Onu yolcu etmemiz gerek. Uçuşu bizden önce. Kahretsin ki Ankara'dan gelecek uçağı, Esenboğa'dan iki saat rötarla kalkacak ve biz önce uçmak zorundayız. Bu güzel değil.

Aklımız onda ve uçuyoruz.

Muhteşem bir kalkış, bir pamuk yumuşaklığında kesildi tekerler pistten. Kaptanımızı çok takdir ettik. İçimiz güven dolu. Yolun keyfini çıkaralım o halde. Günün ilk kahveleri ve kaşarlı sandviçler... Aktarma için Sabiha Gökçen'e vardığımızda, öyle güzel buluşuyor ki pistle tekerler. Hava pırıl pırıl.

Can arkadaşın rötarının iki saat daha uzadığını öğreniyoruz. Bu da güzel değil. 30 dakikalık yola 4 saat rötar! Telefonla sürekli iletişim hali her iki noktadaki arkadaşlar ve aile ile. Biz merkezli bir koordinasyon çabası. Oysa hafta sonu ne de güzel saatleri birlikte geçirmiştik Kuş Cennetinde; su basar ormanlarında şahane bir kahvaltı yapmış, bol bol fotoğraf çekmiş, toptancıya balık teslim anına denk gelmiş, göl içindeki bir adada yaşayan ve bizi evine davet eden Enver Abi ile tanışmış, günün finalinde de ennnnnnnnnnnn sevdiğimiz mekanlardan birinde, onun isteği ile deniz manzarası eşliğinde ve onun bayıldığı, şahane bir rakı keyfi yaşamıştık.


Dağların arasından süzülerek, adeta bir Hatay görsel şöleni sunularak alçalıyoruz Amik Ovası üzerindeki havaalanına. İlk izlenimim ve benzetmem, burası Tel Aviv gibi oluyor. Toprak kokusu, renkler, Ortadoğu coğrafyalarını çağrıştırıyor. Seviyorum havaalanını.

Yanında kocaman 13 TL levhası asılı olmasına rağmen, "onlar 18 biz kişi başı 20 TL" diyerek bizi aşırmaya çalışan "bıçkın" taksi şoförüne "13 yazıyor ya" deyip, es geçiyor ve Havaş'a konuşlanıyoruz. Varoşlardan şehre giriş biraz hayal yıkıcı oluyor ama havalanından çıktıktan sonraki "Türkiye'ye Hoş Geldiniz" yazısı sevimli geliyor. Ama sonraki günler, tanıdıkça şehri ve insanları, dönmesek mi derken buluyoruz kendimizi.

Köprünün başındaki durakta bırakıyor bizi kibar şoförümüz. Dönüşte kullanacağımız en yakın durağı da tarif ediyor bize. Şimdi istikametimiz otel. Sokak aralarında yürüme fikrindeyiz. İlk karşılaştığımız şu yukarıdaki şahsiyete bayılıyoruz. O ne duruş öyle! Artık adamımız o bizim.


Belki de bazı lezzetler ve mekanlar için, Hatay'ın neresinde kalırsanız kalın en çok kullanacağınız cadde bu. Üstelik bi akşam duyduğumuz müzik sesinin peşine takılarak gelip konuşlandığımız bankta dinlemeye doyamadığımız, övgü sözcüklerimizi bizzat beyan ettiğimiz ve önerilerde bulunduğumuz şahane sokak çalgıcılarının caddesi. Otel yolumuz. En sevdiğimiz, en karizmatik, şu yukarıdaki muhteşem Hatay'lının trafiğe kapalı caddesi... Saray.

Ve kısa sürede dışarılara, yerel lezzetlere, muhteşem ve daracık sokaklara atmak için kendimizi, geniş bir çevre turunun ardından, binasına ve düzenlenmesine bayılacağımız sevgili otelimizdeyiz.


Önce... sıcağı sıcağına bir kaç fotoğrafını çekmeliyiz ama. Balkonumuza bayılıyoruz. Mutlaka, akşamlardan birinde, o balkonda bir bira.. ya da şarap. Kesin karar. İçilmeli! Mini bar bağırıyor. Fiyatlar makul. Ve  o güzel akşamki bir fotoğraf, buralı bir arkadaştan gelen, bir binanın fotosu için dikkat çeken mesaja, öyle güzel bir cevap olacakmış ki...

Meğerse!

Şu an düşünüyor ve hayıflanıyorum ki, 10 Kasım akşamı, Cumhuriyetimiz için önemi büyük bu şehirde, üstelik o balkonda, sadece Ata'ya, bir kadeh rakı içmiş olmalıydık.

Kesinlikle!

Bu türden ritüelleri sevmeyen biri olsam da...


Devamı

17 Kasım 2017 Cuma

Hatay'dan gelmiş biberli ekmek buldum sabah masamda!





2 Haziran 2016 

Şefin harikalar yarattığı bir sabah oldu yine bayanım. Kendisine, "şefin usulüyle üç peynirli, İtalyan esintili Alanos Pizzası" adına verebiliriz şimdilik... Dün mü, önceki gün mü yaptığımı şimdi hatırlayamadığım yumurta şaheserlerimden biri esnasında planlamıştım bayanım, muhteşem oldu valla.

Kısaca özetlemeye çalışırsam; önce Sürmeli Ekmeğinin tabanını incecik kestim bayanım. Neredeyse bir tül gibi... Sonra, onu tost makinesine yerleştirdim. Azıcık kızarttım ve tabağa aldım. Sonracıma bayanım, üç peyniri hazır ettim. İnce doğradığım domatesleri içine fesleğen ve kekik koyulmuş zeytinyağında dinlenmeye bıraktım. Biraz fesleğen ve biraz kekiği de bir kenara ayırdım. Sonra ennn sevdiğim bayanım, tereyağını tavaya koyup erittim, belli bir noktaya gelince ki şefin marifetlerinden biri bunu saptamak, kızarmış tabanı tereyağına atıp, biraz ısladıktan sonra tekrar tabağa taşıdım.

Ardından, önce Sürmeli Peynirini attım aynı tavaya... tabii ki uygun incelikte ve uygun boyutlarda kesilmiş olarak. Onun üzerine zeytinyağında beklettiğim missss kokulu domatesleri yerleştirdim. Onun üzerine Kars Kaşarlarını, onun da üzerine tel tel ayrılmış Çeçilleri. Üzerini bir kapakla kapatıp -tabii ki- uygun ateşte bir kaç dakika kaynaşsınlar ve kolektif bir şarkı tuttursunlar diye bir süre beklettim onları.

Sonra bayanım, yani vakti zamanı gelince, bir yumurtanın önce beyazını koydum tereyağlı tavaya, sonra da sarısını. Pul biber, karabiber, kalan fesleğenler ve kekikleri de ekledikten sonra, çok kısa süre kapağı kapalı ama kısık ateşte pişirdim kendilerini... ardından da kapattım ocağın altını. Tabii ki yumurta sarısını rafadan bırakmayı ihmal etmeden.

Demlenlenmekte olan kahvemi fincana döktükten hemen sonra da açtım kapağı ve buluşturdum tereyağı değmiş, kararında kıtırlaştırılmış tabanın üstünde hepsini.

Ve ennnnn sevdiğim bayanım, bu renk ve koku cümbüşünün üstünde, tavadaki iyice aromalanmış tereyağını gezdirdim bir süre. Âlâ oldu bayanım valla. Yapacağım sana da.

Aldım bayanım listeme kitabı*, şu son bina bitsin koca bi sipariş vereceğim zaten.

Aynı sen desem mi demesem mi bilemedim şimdi araba konusunda. Ben valla çok güvende hissediyorum kendimi senin yanında. Tamam biraz arabanın önünden gidiyorsun bazen, daha bişi olmadan olacakmış gibi hissediyorsun, ama bu, sana alışınca insan, hiç de panik sebebi olmuyor bayanım. Biraz daha büyüyünce bunu da aşacaksın zira. Daha küçüksün be bebeğim.

Yerim ben seni be!

Sanki bugün bende yazma potansiyeli yüksek gibi bayanım, çok yazı kursam da kafamda, işler güçler nedeniyle yine yazamayacağım sanki. Gerçi kafada hazır epey yazı var ki biri yazıldı zaten, Gramofon. Sadece işlenecek. Diğeri sokaklar ki bu türü yazmak benim için kolay, bugünkü menünün tarifini yazabilirim ayrıca, ve de şu cenaze sürecinde Tırtıl'la sessiz ilişkimizi anlatan bir olay yeri inceleme muhteşem olur kanımca. Kurdum cümlelerin çoğunu aslında kafamda. En azından dört yazının tema'sı belli bayanım, bi gaza gelirsem yeni bir Kars yazısı yazma serüveni başlar bende.

Valla bayanım içimdeki yazma aşkı tavanda, ama hep şu inşaattaki işini eksik yapanlar yüzünden uzaklaşıyorum ekran karşısından. Lakin çalışma odam olunca, daha tecrübeli ve eskisinden daha motive bir "yazar " olarak, çok daha aktif bir blogger olacağım kesin. Üstelik daha çok gezme, yeme içme fırsatına sahip bir yazar bu. Bi de muhteşem bir motivasyonu var dibinde, aklında, kalbinde.

Bak yine heyecan yaptım ya!

Ne uzattım di mi ama?


*Hatay'dan gelmiş biberli ekmek buldum sabah masamda. 31 Mayıs 2016

 *Fotoğraf 10 Kasım 2017 Hıdırbey-Hatay

*Kitap: Ferzan Özpetek-Sen benim hayatımsın.

7 Şubat 2017 Salı

Kastamonu Pastırması İle Şahane Bir Lezzet Seyahati

Öncesi 

Eski ve yol üzerindeki kısmen yıkık konağın üst odasının tavan aralığından görülen ayın, soğuğun yarattığı pusla birlikte vampir filmlerindeki türden bir ürperti yarattığı saati epey geçmişken konaktan çıkıyoruz. Güneş en şefkatli hali ile anne örtmesi gibi usulca sarmalıyor Kastamonu'yu. Kale göz hizamızda. Zaten hangi noktasına gitseniz Kastamonu'nun, kale ile  aranızdaki ilişki sonlanmıyor.

Kale konusunda genel tavsiye  bir araçla dibine kadar gitme doğrultusunda. Bunda haklılık payı var. Bilinen ve tariflenen yolu kullanırsanız, özellikle kış şartlarında yokuşunu yürüyerek çıkmak gerçekten zor. İnerkenki halimizden biliyoruz. Lâkin şunu da biliyoruz ki sürüden ayrılıp da bilinen yolları kullanmadığımızda olağanüstü sürprizler bizi bekliyor.


Ama önce hayalini kurduğumuz ve planladığımız üzere sabah kahvaltısında yerel lezzetlerin önde gelenlerinden etli ekmeği tatmamız gerek. Açıkçası, değişik Kastamonu gelişlerinde tadına bakmışız. Bizde bıraktığı tat hiçbir zaman derin olmamış. Önceki hallerimizin gözünde bir tür gözleme kendisi. Ama bu kez şehirle ahbaplık kurmak için buradayız.

Kambur Köprüyü bir kez daha geçiyoruz. Nasrullah Camii Külliyesine geçtiğimiz bu köprü, aslında yapıldığı dönemde külliyenin bir parçası imiş. Konağımızın konumu itibariyle sıklıkla kullanmamız gerekeceğini henüz bilmiyoruz. Sağımız solumuz bedestanlar ve hanlarla dolu. Hedefimizde, bilinen en meşhur pastırmacı var. Milor'dan geçer not almış üstelik. Tabakoğlu. Gerçi Milor tarafından popüler hale getirildikten sonra aynı lezzette olduğu ve aynı işlemle, güneşte kurutularak üretildiği, konusunda şüphelerimiz var. Dedikodu yapıyoruz. Başka bir yer mi bakınsak acaba? Arıyoruz.


Sağımız solumuz pastırmacı. Aaaaa Bülbüloğlu'nun satış mağazasası da burada! Bu güzel, çekme helvalar buradan. Üretim noktasına gitmeye gerek yok. Ve Tabakoğlu göründü. Eğer tanıtım sonrasında turistlerin mutlak uğrak yeri olan bu mekanlar bozulduysa hepsi bozulmuştur. Ortak kanımız bu. O halde en güvenilir olana girelim. Doğramacı genç abi makineden hızlı, dükkanın bi köşesinde şahane bir şov sergiliyor. Helal olsun. Yakışıyor. Yeminle derim ki makine bu hızda kesemiyor pastırmayı. Bi de bu kadar ince. Bu arada bu mekanda kesim için makine kullanılmıyor.


Döndükten sonra  bi akşam rakı gecesi için ayırdığımız pastırmalardan biri ile gölge oyunu bile yaptık, bu yazı için. Aha bu kadar ince işte. Bi de dağılıp gidiyor ağızda... Sıradan pastırma bi şekilde yapışır ya ağzımızın orasına burasına damağımıza, bunlarda kesinlikle o yok. Muhteşem bir tat bırakarak eriyip gidiyor ağızda. Rakınız İzmir'in mavisi olsun ama. Vallahi çok yakışıyor.


"Günaydın, hayırlı işler. Bize iki kişilik pastırmalı ekmek içi için pastırma verir misiniz?" Bunu söyleyin, çünkü pastırmalı ekmek için hazırlanan pastırma çemensiz. Sonuçta gün boyu yürüyüp enerji harcayacaksınız değil mi! Ufak bi açıklama yapmam gerekirse pastırmalı ekmek, etli ekmeğin pastırma ile yapılanı. Abi nereden geldiğimizi sordu. Samsun deyince, "Siz pazar günleri pide yersiniz biz de bunu." deyiverdi. Sohbet güzeldi. Pazar günü açıklar ve asıl alışveriş o güne. Taşköprü sarımsakları da göz kırpıyor bu arada. İçimizi alıp, onların da önermesi ile ama zaten tercihimiz olan hemen yandaki Kaya Restoran'a geçiyoruz.


İlgi süper. Saat erken ve lokanta henüz boş. "Sizi üst kata alalım, ora daha sıcak." Ocağın başı da güzeldi ama! Pişen etli ekmekleri izlerken dibindeki bir masada yemek ve fırının kokusunu hissetmek daha keyifli olabilirdi.

Üst kata çıkınca ise bayılmaca. Kadim bir çarşıya ve kadim binalara üsten bakış. Bir zaman yolculuğu. Muhteşem. Çok uzatıyorum farkındayım. Oysa üç yazıda hallederim demişim Kastamonu'yu. Halt etmişim. Pastırmadan çıkacağım bile meçhul şu yazıda. Artçıları müthiş bir şehir. Derinliği olan bi şarap gibi. Bitimi muhteşem. İz bırakıyor.


Fırın kısmına bıraktığımız pastırmalar soğan ve baharatlarla karıştırılıyor, sadece hamur ve çaylar müessesenin.* Elbette malzemeleri kendileri de koyuyor etli ekmek yapan mekanlar ama bu yol daha keyifli. Pastırmalı ekmekler geldi. Muhteşemler. Seyretmelik. Tüm zamanlarda yediğimiz etli ekmeklerden daha tok ve daha çıtır ve  klasik gözleme hissiyatından uzak bi hamur. Pide ile gözleme arası bişey bu. Şahane. Adamlar yapmış abi! Bunda pastırmalı olmasının da rolü olduğunu kabul ediyoruz elbet. Çıtırlığa katkı. Uzun bir seyir. Üzerine hayranlık yorumları... Fotoğraflama ve yıllar yıllar öncesine ışınlanmış bir atmosferde ilk lokma ile kendinden geçip gitme. İşte bu. Şehrin en iz bırakan ve bu, bu şehre özgü dedirten bir lezzet. Unutulmaz bir çıtırlık. Muhteşem bi uyum; pastırmalar ile hamur ve üzerlerine sinmiş odun kokusu arasında. Usta işi bir sonuç.  Sıcak çay ve olağanüstü manzara eşliğinde kadim zamanlara gitmek ve güne başlamak adına şahane bir lezzet seyahati. Daha ne olsun.



*İki kişilik etli ekmek için pastırma 20 TL. çay, hamur, soğan, baharatlar ve pişirme 15TL.

Kale yolu yokuştur ama sürprizlere de açıktır ile devam edecek inşallah:))

26 Ocak 2017 Perşembe

Kastamonu'da İki Gün Bir Gece

Kadıoğlu Konağı

Beş saat sürüyor dedi bankonun arkasındaki adam, biletleri alırken. Bu da sabahın beşinde orada olmak demekti. Anlamsız saat uygulaması yüzünden yedide bile aydınlanmazken hava -sabahın beşinde ve üstelik kış şartlarında- hayat işlemeye başlayana kadar nasıl vakit geçerdi ki küçük bir şehirde?

Sabahın beşi bile olmamışken oradaydık. Bir B planımız olmasa da çözüm üretmekte de üzerimize  yoktu. Biraz garajlarda vakit geçirir, saat 7-8 gibi de merkeze geçeriz diye planlamıştık aslında. Olmadı bir mekânda oturur, sıcak bir şeyler içer, check-in saatimizde sırt çantalarımızı konaklayacağımız yere bırakır, sonrasında da kaç kilometre yürüyüp kaç kat çıkacağımızı bilmeden yollara düşeriz demiştik.


Garajlardan bindiğimiz halk otobüsünden Kambur Köprü'de indik.* O kadar erkendi ki vakit oturacak bir mekân bulamadık. Burası yeme içme dahil müzeler ve benzeri pek çok alan için merkez bir nokta. Hava sert, köprünün altından akan sular buz tutmuş. Termal içlik almadığıma pişman oldum o an. Sonrasında ise umursamadım. Bildiğim, çok kere gittiğim, bu gidişlerin günübirlik, varış noktasının da çoğunlukla sanayi sitesi olduğu günlerden sonra, ama ilk kez bir gezgin gibi ve ilk kez arabasız ulaştığım yepyeni bir şehirdi benim için artık Kastamonu. Onu yeniden, hiç bakmadığım bir biçimde görmek ve tanımaktı fikrim. Ruhuna dokunmak, onunla ahbap olmak istiyordum bu kez.


Gelmeden, saat 8-9 arası için erken giriş talep etmiştik aslında Kadıoğlu Konağı'ndan. Teklifi kabul etmişler ama garanti verememişlerdi. Şimdi, henüz köpekler ulumalarını bitirmemişken, eski ve yol üzerindeki kısmen yıkık bir  konağın üst odasının tavan aralığından görülen ayın, soğuğun yarattığı pusla birlikte vampir filmlerindeki türden bir ürperti yarattığı saatte kapıdaydık. Dışarıda açık bir mekân bulsak oyalanacaktık, altını çizdiğim üzere. Hakkımız değildi çünkü. Biraz da mecburiyetten şansımızı denedik. Önce kapıyı açmaya çalıştık, sonra zile bastık... Tık yok. Bir mekân buluruz diye tekrar çarşı içine dönmeye niyetlenmiştik ki o ara bahçenin içindeki cam mekânda bir karaltı gördüm. Sabah kahvaltısına hazırlık için bahçenin içindeki bu hoş mekânı ısıtmak adına orada bulunduğunu sonradan öğrendiğimiz Mustafa Bey, bahçe duvarından sağa sola bakınan bizi fark etti.


Bize ayrılan oda doğal olarak o saatte dolu idi. Israrcı da değildik üstelik, ama güleryüzle çırpındı, emek verdi, çabaladı ve odamızın henüz boşalmadığını, istersek bizi daha küçük olduğunu söylediği bir odaya alabileceğini, biraz da çekinerek beyan etti. Bizse farkındaydık ki erken giriş talebimiz 8-9 arasıydı, ve garanti edilmemişti bize. Hakkımız olmayan bir konuda kendilerini de zorda bırakmamak adına ısrarla gerek olmadığı noktasında direndik.. Salmadı, inisiyatif aldı ve eğer kabul edersek o odayı verebileceğini söyledi.


Canımıza minnetti, üstelik girdiğimizde gördük ki oda küçük falan da değildi. Dinlendik. Konağa ve odaya bayıldık. Hayatın kıpırdadığı saatler gelince de Kastamonu'nun ve de lezzetlerinin tadını çıkarmak üzere odadan çıktık. Konaktan çıkmak üzereyken bu kez resepsiyonda Canan Hanım vardı, aynı zamanda damla sakızı dokunuşlu, yumurta kokusunun öne çıkmadığı, arasına yöresel ekşi elma reçeli koyarak yiyeceğiniz ve de bayılacağınız enfes pankeklerin mucidi. Güler yüzlüydü, inceydi, her şeyden önce tüm bu davranışlar içtenlikli ve samimiydi. Dönüşümüze, bize rezerve edilmiş gerçek odamızı hazırlatacağını söyledi. İstemedik. Biraz yük olacağımız düşüncesi ama temelde büyük bir nezaketle sabah bize açılmış odadan da şikayetimiz olmadığı için... O içtenlikle bir misafir ağırlar gibi ısrar etti. Dönüşte o odadaydık.


Çağın olanaklarının da içinde olduğu, uzun yaşanmışlıkların izleri her köşesine sinmiş, temel dokusunu yitirmemiş, arada bir bastığınız tahtanın gıcırtısında eskiye döndüğünüz, işletmecilik anlayışı muhteşem, temiz, tüm çalışanların sizi mutlu etmek için ellerinden geleni artlarına koymadığı... aklınızın, çoğu yiyecekte kalacağı yerel tatları da içinde barındıran çok zengin kahvaltısı olan, konumuyla tüm tarihi alanlara yakın ama aynı zamanda da ana cadde gürültüsünden uzak şahane bir konak burası.


Odamızın hikâyesi de manzarası da güzeldi ayrıca. Konaktan ayrılmadan önce sahipleri çift ile yaptığımız keyifli sohbet sırasında odamızın konağın oturma odası olduğunu, babaannenin sedirde oturup gün boyu dışarıyı seyrettiğini, dedeninse köşede oturup, kahvesini içerken televizyon izlediğini öğrendik.

Kastamonu katmanlı bir tarihi satır satır önünüze akıtan muhteşem bir şehir zaten, yüzelli yıllık, 14 odalı Kadıoğlu Konağı da bugünden kopup geçmişin izleri ile dolu bu şehirde, güncel hayatın tüm kirliliklerinden uzaklaşacağınız bir geçmiş yolculuğunun tamamlayıcısı olarak doğru bir seçim.


Eğer düşerse yolunuz Kastamonu'ya Kadıoğlu Konağı'nda kalın. Bir konakta olduğunuzu da unutmayın ama! Bir süreliğine kendinizi çağın olanaklarından uzak tutun. Bir volüm kısın sesleri. Sadece konakta dolaşan kadim yaşanmışlıklara kulak verin. Duvarlar ses geçiriyor diye şikayetçi olmayın, sessizliğe katkı yapın. Unutmayın, burası güzel ama çok güzel elden geçirilmiş, özü kaybolmamış korunmuş, huzurlu ve kadim bir konak. Onu bugünün sözleri ile asla yargılamayın. Rahat yataklarının ve lezzetlerinin tadını çıkarın.


*Garajlardan şehire yine garajların içinden kalkan yeşil renkli halk otobüsleri ile kişi başı 2TL'ye kolayca ulaşmak mümkün.

Kastamonu pastırması ile şahane bir lezzet seyahati için buradan lütfen

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP