18 Nisan 2016 Pazartesi

Kars Şehir Sineması 4

1.bölüm


Seviyorum seni bugün 
dünden fazla yarından az...


Çok düşündüm... Karar verdim ki benim bu hikâyeyi hızlandırmam gerek. Ne diyor SEO çalışmaları konusunda yetkin blog alimleri, öncelikle kısa yazılar yazmalısınız.

İyi bir blog yazarı değilim ben. Ama güzel hikâyeler de kuruyorum sanki. Fakat bu hikâye benim için çok özel! Birlikte yazıyoruz. Çok eğleniyorum açıkçası. Çok şey de öğreniyorum. Bu olağanüstü güzel.

Mesela şu an, öğrendiğim yeni bir kelime üzerinden bir cümle kuralım mı? Ne dersiniz? Hımmmm... kuralım. Pekala. Yıl hala 3250 olsun ama. "Sinema salonunda birbirinin sıcağına sarılmış, her karenin ruhlarında açtığı ufuklara teslim, aynı patlamış mısırı aynı kola ile pay eden sevgililer, gecenin dilsiz aydınlığında birbirinin notalarına dokunarak yaratılabilen müziğin ve şarabın eşliğinde geceyi gündüze döndürmek için soğuğun hâlâ sinema koltuğunda kalmış sıcaklıktan uyandırmasına izin vermeden, şehrin çocuk uykusundaki sokaklarında üşümüş ve sokulgan adımlarla yürüyorlardı. Onlar az sonranın kıpırtılı heyecanı ile yürürken sinema salonunda bir faaliyet başladı. Tıpkı gramofondan yayılan şarkı gibi; görünmeyen ama hissedilen bir faaliyet."

Evet ben de farkındayım, başlangıç ile nokta arasındaki cümle çok uzun oldu. Laf aramızda, ben yazmaya ilk başladığım dönemde noktası arşı âlâya varmış cümleler kurardım. Nokta ve virgülden sonra gelen cümleyi de noktanın dibine dayardım. Boşluk bırakmazdım. De'leri da'ları ayırmazdım. Sonra bir yazı okudum ve utandım. Sonra, bir ayıbım olarak bir kitabını alıncaya kadar kendisinden haberdar olmadığım Sayın Ekmel Denizer, tesadüfen rastladığı bir yazıma yorum yazınca... Çok utandım. Yorum çok güzel ve değerliydi, yanlış anlamayın, bu konulara hiç dokunmuyordu. İmla bilmezliğimden utandım ben. Yazılarımın bu anlamdaki sefilliğinden. Bu hissimi onunla paylaştım. O bana dedi ki; önemli olan duygudur. "Yazının biçeminden dolayı kutlarım seni." Yani demem o ki ben hâlâ öğreniyorum, eski yazılarımı rastladıkça düzeltiyorum. Tekrar tekrar. Feyz aldığım çok değerli biri var, her seferinde bana istemsizce ama gönülden önümü ilikleten. O nedenle bakarız bir çaresine.

Pardon, yine çaktırmadan hava atmaya çalışırken eksik bıraktım öneri cümlemi: "Hissedilen, boşalan salondaki sımışkaların* kabukları ile birlikte diğer çöpleri süpüren çalı süpürgesinin sesiydi. Daha sonra yığının içinden ayrılıp, temizlenip istiflenerek soğuk günlerde sinemayı ısıtacak sımışkaların bir de."


Limonatalarımızı keyifle içiyoruz, Kılıçoğlu Pastanesinde. Cheesecake ve keşkül içinse pek güzel şeyler düşünmüyoruz. Henüz Kars Şehir Sineması üzerine bir yazı yazacağımdan haberim yok. Kargo pantolonlu, beyaz plastik sandalyelerden birini ön bahçenin papatyalar dolu bölgesinde, nar ağacının altına çekip çantasından çıkardığı kitabı okuyan ve üstelik bunu gözüne taktığı şık güneş gözlükleriyle yüzünü güneşe dönmüş bir halde yapan kadının kesinlikle bu yazıların tümünü okuyacağını ve özellikle bu yazının yorum kısmında, ne alakaysa,  "Limonata gerçek bir limonata mıydı?" diye soracağını da düşünemiyorum o an.

Şimdi eminim. O fırsatı vermemek için yazıyorum: Limonata gerçek olmakla kalmadı, içtiğim tüm güzel limonatalara da fark attı! Çünkü taze sıkılmış limon suyu hafif bir şekilde tatlandırılmıştı. Yalnız sorumuz üzerine gözümüze sokmak için mi böyle yapıldı, yoksa limonata yapma üslupları mı buydu, bilmiyorum. En sevdiğim limonatalar ise bildiğimiz klasik usul olanlardır. İçine su da katılanlar. Birtat'ınkine bayılırım misal. İnci'ninkine de. Ve de Uzay Pastanesi'nin limonatasına.


Şimdi tam da burada,- lafımı da sokmuşken- durumumu tarif için bir deyiş kullanmanın yeri ama yazmıyorum. Ve sözünü tutmayı bir türlü beceremeyen bir yazar özentisi olarak bu kez gerçekten hızlanıyorum. Haydi, hep birlikte! Artık oyalanmayalım ve  bir çok noktayı atlayıp, zamanı ileri saralım. Bitsin gitsin. Sonuçta insan dediğin sıkılan bir varlık di mi ama?

Hikâyenin inişleri de olmalı bence. Biz hiç inmedik. O halde Galatasaray Lisesinde okuyan, üzerine büyük hayaller kurdurduğumuz lisanslı kayakçı, yakışıklı esas oğlanı Kars'a çağıralım mı? Çağırdık, okulu bıraktı ve geldi. Buna bir neden bulmamız lazım. Roman ve hikâye için ne derler; gerçek ya da gerçeğe yakın olan. Şöyle gerekçelendirelim o zaman: Sinemanın işleri başlangıçtaki beklentileri karşılamıyor olsun, onlar için kurulmasına rağmen diğer iki oğula takviye gereksin. Daha atak, daha yaratıcı, ufku geniş birisine ihtiyaç var. Sonuçta 1.adam öngörüleri yüksek biri. Şehre hizmeti öncelikli tutuyor. 

Bu arada Konya'daki Ağır Ceza Hakimimizi tayin emrini aldırdığımız günden beri eşya denkleri ile bekletiyoruz, haberiniz olsun. Narin, alımlı, zarif ve rüzgârın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçuramadığı esas kızımız da hâlâ pencerenin önünde. Ben büyük aşkların karakterleri hemen buluşsun isteyenlerdenim. Yazarken  yanıp tutuşsam da bir fırlama var içimde. Kabul.

Hızla!.. Artık esas kızımız ve ailesi Kars'ta. Kabul mü? 1.adamla ve eşiyle tanıştılar. Sıklıkla karşılaşıyorlar, şehrin önemli gecelerinde. Esas oğlan artık Sarıkamış'ta kayıyor. Yarışıyor lisanslı bir sporcu olarak. Bir de gramofon var artık sinemada. 


Zamanı geldi di mi, büyük aşkın temellerini atmamız lazım artık? Katıldınız. İstemiştiniz! Bir akşam, şehrin en güzel mekânlarından birinde, bir baloda göz göze getirelim mi onları? Ah... ahhhh ben ne ballandırırdım bu ânı şimdi. Ama söz verdim ve dönemem. Bir ân aklımdan geçen cümlelerle bir sinema filmi için bir sahne kurdum, elimde olmadan. Kusura bakmayın. Karşılaşma anıyla ilgili olan zaten cepte. Kurduğum ân başka bir ân. Eğer bir film olursa, rüya bir final dansında ve tek bir kamerayla bu. Ucu açık kalıp sonsuzluğa sürüklenecek bir sahne. Ölümsüz aşka vurgu.

Sinemanın işleyişi üzerinde de farklılıklar yaratmamız gerek kanımca. Esas oğlanın eli değdi. Belli etmemiz gerek. Ağır Ceza Hakimimiz, değerli eşleri ve gülümsemesine bir ömür verebileceğiniz alımlı, güzel, narin ve zarif kızları, cumartesi 6 matinelerini kaçırmıyorlar.

Ben derim ki; artık gramofondan çıkan şarkılar daha bir manalı olsun. Mesaj taşısın. Tıpkı ucu yakılmış  mektuplar gibi. Film bitip de sinema dağıldığında; kuğu gibi süzülen sahneler betimleyelim. Usulca değsin gözler mesela. Soğuğu hisseden sıcak titremeler oluşsun bedenlerde. Terlesin eller.  Utangaç olsun bakışlar. Evet diyen hayırlar içersin tavırlar... Katılanlar? Katılınılmıştır.

Heyecanlandık di mi? Siz değilseniz de, ben ölüyorum. Ahhhh bi de aklımın hızına  parmaklarım yetişebilse...  gelin günlerce devam ettirelim bu uzaktan bakışmaları. Sonra şöyle bir şey yapalım; bir kadınlar matinesine kız arkadaşları ile gelsin, tenine rüzgârın değemediği kızımız. Uzaktan bir tebessümle  geçsin salona. Kıkırdasın arkadaşları. "Yakışıklı çocukmuş." desinler misal. Sonraki film çıkışlarında arkadaşları bir köşeye çekilsin. Onlar bir masaya konuşlansınlar. Parmak şıklatma ile iki gazoz gelsin masaya. Ürkek ve çekingen ama öte yandan da yerinde duramayan cümleler yazalım onlar için. Ne dersiniz? Anladım katıldınız.

Nasıl geçti vakit anlamasınlar. Hava karardıkça ürkeklik sarsın esas kızın bedenini. "Annemler!" desin içinden. Arkadaşları gelsin ve hadi geç oldu desin mesela. Zor ayrılsın elleri. Hatta esas oğlan gecenin bir vaktinde yatağına uzanmış tavana bakarken, onu düşünüyormuş hissi veren cümleler olsun bakışlarında. Yine de yetemeyelim. 

Ya da yıllar yıllar sonra güzel bir kadın... Bir yazı okurken birden... Bir mektup yazsın, hiç tanımadığı birine. Çekinceler olsun içinde. Her şey bunu betimleyen cümleyle başlasın. Kim olduğunu bilmeyelim ama... son satıra kadar.

*Sımışka: Ay çekirdeği


      SON




Kars yazılarımın planladığım akışını değiştirmeme neden olan, onları çoğaltan, yazma heyecanıma tavan yaptırıp o heyecanla şu tembele aşama kaydettiren,  Berya'nın Kaleminden  adlı blogun çok kıymetli yazarı  Belgin Eryavuz hanımefendiye ve çok kıymetli ablalarına özellikle çok teşekkür ederim.

Ve ayrıca;

Benim için değerine paha biçilmez, çok kıymetli Gülsen Varol  Öğretmenime..

Hayatımda hep olacak çok kıymetli kargo pantolonlu hanımefendiye...

Size...

Kısık gözlerindeki gülüşüne bittiğim, onunla yolda ve her yerde olmaya bayım bayım bayıldığım, çok ama çok sevgili yol arkadaşıma...

Sonsuz teşekkürlerimle.


Çalsın mı bir kez daha GRAMOFON?



Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır için buradan lütfen.

Fotoğraflar Nikon L23 ile..

14 Nisan 2016 Perşembe

Kars Şehir Sineması 3

 1.Bölüm


Ben Aşkı İlk Defa Sende Tanıdım...


Ne yazık ki filmin etkisinden kurtulamayan biz, kapısında "Akraba ve Damsız Giremez" yazılı Ozzi Club Bar'ı atladığımızı filmin etkisinden usul usul çıkmaya başladığımız esnada fark ediyoruz. Alın size bir ukde daha. O kadar yoğun konuşuyoruz ki filmi. En çok da Cem Yılmaz'ı. Toplumun farklı ve de düşünceleri bazında tutucu bir kaç kesiminin tepkisini çekecek, muhtemelen sosyal medya üzerinden topa tutulacak bir filmde rol almasının risklerini bilerek, tüm konforlardan uzak, gişe yapması zor bir filmin içinde ve afişinde yer almak, çok değerli kanımızca. Bunu bir sanatçı tavrından ziyade şefkatli ve büyük insan olmakla eşliyoruz. Oyunculuksa ezber bozan cinsten.


Barı unutmak ziyadesiyle üzüyor bizi. O barda olmalıydık. Konuşarak yürüyoruz. Buzları unuttuk çoktan. Konuştukça film de büyüyor, Kars da. Sanki tam da burada Italo Calvino'nun muhteşem kitabı Görünmez Kentler'deki cümlesini bir kez daha yazmam gerek: "Size bir kenti sevdiren; onun doksan dokuz harikası değil, sorularınıza verdiği yanıtlardır." 


Artık oturmuş karakterlerimizden biri olan  1.adam yoğun bir şekilde Rusya'dan demir çelik ithal edip, oraya canlı hayvan satıyor, işleri iyi. Bunu bir kez daha vurgulamalıyız ki ilk bölümde hikâyenin genel planlamasını yaparken altını çizdiğimiz genel durum üzerinden sinemanın açılmasındaki temel nedeni ortaya koyabilelim. Bu vurguyu sinemanın ilk günüyle birlikte tasvir etsek iyi olur sanki. Şehrin ileri gelenlerinin katıldığı açılış törenini, dönemin kültür algısını ve Kars'ın o günkü demografik yapısını da öne çıkarmalıyız bence. Hımmmmmm... bu noktada bilimden yararlanıp döneme ait pek çok fotoğrafı da taramamız gerek. Aslında hikayeyi kurarken bütün sahneleri de bire bir yaşıyorum, lakin bu benim tasavvurumla sınırlı, bilimsel ve tanıksal bir gerçekliği yok. İçimden bir ses, topla pılını pırtını düş bu işin peşine diyor açıkçası. Karabağ Otelinde bir odan da senin olsun! Günlerce kal orada. 

Tam da buraya izninizle bir kahkaha efekti koyuyorum. Kusura bakmayın. Gülmem kendimedir. Yazma konusunda hayallere dalma, bir şeyi çok isteme, neredeyse yapma noktasına gelme ve ardından da  her şeyi orada bırakma halimi ben biliyorum da siz bilmiyorsunuz. O nedenle yani.

(Bazı gerçeklikler üzerine düşünsel olarak güzel hikâyeler kurabilen, bunu gerçekmiş gibi başkalarına anlatıp hava atan biriyim ben. Gelin görün ki konuşurken bunca başarılı gerçeklik algısı yaratabilen şahsım, göründüğünün ve yarattığı algının dışında, eylemsel olarak, fena halde de tembel.) 

Çok zor da olsa döneme ait tanıklar bulmamız gerek sanırım. Sanki bir yerlerde birisi var; o günü yaşayan, kuruluş aşamasının tüm evrelerini, o günkü Kars'ı, dönemi, o günün tüm devlet erkanı ve sosyetesini bilen birisi. Bizzat o günün içinde olan birisi. Sonuçta bizim kurduğumuz bir hikâye olduğuna göre bu, bir karakter daha yaratabiliriz di mi? Ne dersiniz? Benim fikrimce yaratacağımız yeni karakter için iz süreceksek, yeniden İstanbul'a dönmemiz gerek. Katılır mısınız bana? Bu arada rüzgarın camları aşıp da tenine değemediği, saçlarını uçurmadığı, uzaklara bakan, narin, zarif ve alımlı kız henüz Konya'da. 


Barı unuttuk ama sanki bir yerlerde oturup da bu filmin tadını çıkarmamız gerek. Böyle düşünerek yürüyoruz; Atatürk Caddesinin otel yönüne doğru giderken sağda kalan kaldırımında. İnsanın aynı anda aynı şeyi düşündüğü bir yol arkadaşının olması muhteşem. O zaman ilk gördüğümüz anda vurulduğumuz, ayrıntıları bir başka yazıda olacak Kılıçoğlu Pastanesine. Hava sert. Buzlar havanın hakkını veriyor. Bu şahane. Gece muhteşem. Sonuçta Doktor Jivago küçücük aklımda caddeleri ve mekânlarıyla olağanüstü yer etmiş bir film. Sıcacık ama lezzeti eksik pastaneye giriyoruz. Artık tanıdık bir mekân. Selamlaşma. Tercihimiz bu kez kış bahçesi. Filmin duygusal etkisi ile verilmiş bir karar. Ah bilinç altı! Çaresizlik hissi. Kalabalığa sığınma ve ondan güç bulma, onunla kalabalıklaşarak izlenen filmin etkisinden kurtulma psikolojisi. Güzel bir hissiyat.

"İki limonata, bir keşkül ve bir cheesecake lütfen."

"Limonata gerçek bir limonataysa ama." 



Hani ben ikinci yazının son bölümünde bir karakter daha katmak için yanıp tutuşuyorum, dedim ya. Her şeyi onunla mı başlatsak, diye de düşünmüyor değilim açıkçası. Üstelik hiç ipucu vermeden. Yalnız bu karakter biraz önce bahsettiğim döneme tanıklık etmiş, bizzat içinde olmuş kişi değil. Ancak o kişi ile bir bağı da olsun istiyorum. Sizce de hikâyeye gizem katmak açısından bu iki karakteri ana hikâyenin içine dahil etmek güzel olur mu? Aslında içimdeki tembel ne istiyor biliyor musunuz? Bu hikâye bir romana evrilse ve girişinde şu cümleler olsa: "Bir adam kendini yazar sanarak yaptığı bir geziyi ballandırırken, açık camdan içeri süzülen kadim bir rüzgâr taşıdığı meçhul mektubu yumuşakça masanın üzerine indirdi." Sakın gülmeyin, sonuçta tartışarak geliştiriyoruz bu hikâyeyi. 

Bütün yazarlık tavsiyelerinde örnek olarak verilen giriş cümlelerinden aşağı kalır bir yanı var mı? Bence yok. Yalnız farkında mısınız, onca satır geçtik ve gramofon hakkında bir tek söz etmedik. Hiç mi merak etmediniz? Hiç hatırlatmadınız ve de uyarmadınız. Hani ana karakterimiz oydu. Bunun üstelik de altını çizmiştik en başta. Gramofon deyince düşündüm de şöyle bir cümleyle mi başlasa her şey: "3250 senesinin güzel bir akşamında, içeriyi sızan ılık bir rüzgâr, birbirinin sıcağına sığınmış genç aşıkların kulağına kadim bir gramofondan yayılan "Papatya gibisin beyaz ve ince, Eziliyor ruhum seni görünce, İsmin dudaklarımı yakıyor neden, Nedir bu çektiğim senin elinden." sözcüklerini bırakıyordu. Önce tanımadıkları, son derece yabancı bu sese şaşıran aşıklar, sonrasında birbirlerinin kuytusuna iyice yerleşerek, istemsizce teslim ettiler yılların ötesinden gelen bu şarkıya ruhlarını. Romantizmin tarih tanımaz gücü ele geçirmişti çünkü onları..."  Lütfen ama!

Şu an kendimi hikâye içinde hikâye olan ve kendini yazar sanan adam konumuna yerleştirip onun gibi düşünmek istiyorum. İzniniz olursa... Hani birinci adam sinemayı yanında kalan iki oğluna iş kurmak için açmıştı ya! Onlardan bir tanesi hâlâ yaşıyormuş olsun bence... Sarsıcı olmaz mı? Şaşırtıcı olur üstelik. Güçlendirir hikâyemizi. Yalnız hangi şehirde olacağı konusunu iyice düşünmem lazım. Çok iyi düşünmem hem de! 


4.Bölüm.

6 Nisan 2016 Çarşamba

Kars Şehir Sineması 2

1.bölüm


Gönlüm Sensiz Olmaz...


Sinema saati yaklaşıyor. Odadan çıktık. Asansörü bekliyoruz. Geldi. Kabin ile duvar arasındaki boşluğa dikkat! İki kat altta durdu, bir çift bindi. Sarışın genç bir kadın ve bir genç adam. Kadının boyu adamdan uzun mu ne? Aklıma ilk gelen; nedense artık, bunların balayı çifti olduğu. Sorsa mıydım? Tanımadığınız iki kişi ile aynı asansörde olursanız ne yaparsanız? Kimselere bırakmam, yaparım. "Aman dikkat edin, şu aralıktan düşmeyin!"  Soğuk mu geldi? Kapatalım o zaman kapıyı. Havaya bakıp ıslık çalmaktan iyidir. Vallahi de tuttu. Zira o aranın fazlalığının farkındalar. Yemek yiyecek bir yer arıyorlar, ilk akşamları.

Kars'a gelen herkes gibi öncelikle popüler yer adları çıkıyor ağızlarından. Hımmmm... fikre ihtiyaçları var. Isındı da hava. Sordular. Direk Kristal'e o halde. Tek geçeriz. Tarifle kalmayıp işaretle de gösteriyoruz mekânı. "Eğer kalmışsa, kesinlikle piti yiyin."  Bunun altını özellikle çizdik. Yollarımız burada ayrılıyor. Kapüşonlarımızı kafamıza geçirelim. Fermuarları çekip, eldivenleri giyelim. Hemen! Otelden çıkmadan önce. Tam da kapının önündeyken.


Aslında Tuncay Bey ile, diğer mekânlarda da olduğu üzere, Kars'ta yeme içme üzerine sohbet etmiştik, bir kaç saat önce. En çok da kaz üzerine. Genel ve rahatsız edici durum ise şu: Herkes benim kazım iyi derken bir başkasını da olumsuz manada göze sokuyor. Artık bir samimiyet sıralamamız var. En iyi kazın burada, Kristal Döner ve Yemek Salonunda yapılabileceğini hissediyoruz. Menülerinde yok, dönemsel bir tercih. Burası bir esnaf lokantası. Turistik değil! Tuncay Bey, bizim de eleştirilerimiz üzerine ve de kurtarmak için Kars'ın onurunu, yarın için bize özel kaz yaptırmayı öneriyor. Ama biz piti ile mest olmuş allahın sevgili kulları, yarın için yine piti ve döner kararımızda ısrarcıyız..


Yer; İstanbul, Beyoğlu, Galatasaray Lisesinin bahçesi. Bahçe duvarının dışından bakıyoruz. Güneşli bir gün. Kalabalığın içindeki en dikkat çeken kişiye odaklanalım. Yakışıklı bir genç adam. Yabancımız değil. Esas oğlan bu. Romantik, sportmen. Romantik kısmını iyice vurgulayalım. Misal deniz kokulu bir rüzgar yüzünü yalayıp geçerken, hafifçe kaldırsın saçlarını. Gözleri uzaklara bakıyor olsun bir de. Meçhuldeki ve uzak birini özlüyormuşçasına.  

Tam da burada, bir kez daha ve kalınca çizelim sporcu kimliğinin altını. İyi bir kayakçı olsun mu, mesela? İster misiniz? Hatta yarışmacı bir kayakçı. Ben olsun diyorum. Olsun olsun! 1. adam ona farklı bir gelecek  düşünmüş olmalı. Bu iddiamızı not alalım. Mesela yurt dışında çok güçlü bir üniversiteye göndermek gibi.  Bunu da vurgulayalım.  1.adamı güçlü öngörüleri olan çalışkan biri olarak tasavvur etmiştik zaten. Unutmayalım, başarılı ve üzerine planlar kurulabilecek  bir genç olduğu için bu okulda.  Bu isabetli bir seçim.  Yoksa tüm bu durumları ucu açık mı bırakmalıyız.  Eğer ucu açık bırakmayı tercih edersek, karakteri biraz daha beslemeliyiz kanımca. Bir düşünelim. Tartışalım. O zaman, onu bahçede uzaklara baktığı noktada ve o an etraftan kopmuş bir halde bırakalım, birini düşünüyormuş gibi. Yalnız düşündüğünün ne ya da kim olduğunu şu an ben de bilmiyorum. Bir kesinlik ifadesi kullanarak ters köşeye yatmak da istemem açıkçası. O zaman  yeniden Kars'a dönelim.  Yalnız farkındaysanız, kurduğum hikâyenin içinde mutlaka İstanbul var. Bu dikkat çekici bir seçim.


Atatürk Caddesi, aklımızda takılı kalan Rumeli İşkembecisi, onu kesen caddelerin sokakları, bir kez daha Serka, Migros derken yeniden ve dinlenmiş olarak sinemadayız. Patlamış mısırsız ve kolasız asla olmaz. Almak üzere sevimli ve zengin büfesine yöneliyoruz. "Bir büyük patlamış mısır ve iki kola lütfen." Eğitimli bir genç, izlenimimiz bu. Hayatla pişmiş. Sinema da bir okul sonuçta. Cahit abi ile ilgili izlenimlerimizi paylaşıyoruz. "Bir Yusuf Atılgan kahramanı gibi, ama henüz yazılmamış." diyorum. Benimsiyor bunu. Gülümsüyor. İletişim kuruldu. En sevdiğim yol arkadaşım, kalabalık gişenin önüne doğru seyre başladı. Hayırdır!

"21 yıldır sinemadayım."
diyor genç adam. "İlkokuldaydım, bu sinemada büyüdüm, okuldan çıkar sinemaya gelir, karnımı sinemada doyururdum. Cahit abi benden epey eski. Ben eski yerde ilk başladığımda o vardı."

Kısık gözlerindeki gülümsemeye bayılacağınız yol arkadaşım, telefonunda bir Cahit abi fotosu ile döndü. Çekmiş vallahi. Hem de cepheden. Biletle ilgili bir bahane üreterek. Çaktırmadan. İyi numara. Muhteşem. Bu kare onu anlatıyor işte. Tam bir efsane. Bu kez eksik fotoğraflar hanesine çentik yok.

Kafeden salona çıkılan bölümdeki güzel adam bize mi bakıyor? Film başlayacak sanıyorum. "Bizi mi bekliyorsunuz?"  Sandım ki biz girmeden başlatamıyorlar filmi. Kibar bir mekân sonuçta. Gördüğümüz en hoş sinemalardan biri. Kars Sinema Topluluğu etkin. Her çarşamba film izleme günleri. Gezici festivalin uğrak yeri. Duvarlardaki afişleri kesinlikle görmelisiniz. Bir anlamda sinemanın tarihsel ayak izleri.

Ve salon, çok sevimli, bayıldık. İstediğimiz yere oturabilirmişiz. Oturduk. Gençler, çiftler, çocuklu aileler... Güzeller. Pek çok şehirdeki salonlara göre nispeten daha dolu. Sahnenin bana göre solunda, giriş kapısının hemen yanındaki sehpanın üzerinde bulunan bir eşya gözüme takılıyor. Bunu en şahane yol arkadaşımla paylaşmak istiyorum. Sonra unutuyorum. Taa ki Samsun'a dönene ve çok ama çok değerli o mektubu alana kadar.



Sinemanın kurulma vakti geldi mi sizce de. Üstelik bu sinemayı esas oğlanla ilgili planlarından bağımsız olarak, yanında kalan iki oğlu için kursun mu 1. adam? Uyar mı hikâyenin şu ana kadar ki gelişmelerine? Genel akışımıza bakınca bence bir sorun yok, ve artık kurulsun şehre bir sinema.  Bu hikâyenin bir ana şarkısı da olmalı sanki. Aklımdan geçenler var, çok emin değilim ama! İlk aklıma gelen, -çünkü sorduğumda, içinde bir büyük aşk da olsun dediniz.- Sevdim bir genç kadını... Hımmmm sakıncası yok, tartışılabiliriz bunu  Netleştiremiyorum aslında, içindeki bazı ifadelerden dolayı. Benim düşündüğüm, sizin de onayladığınız büyük aşkı anlatacabileceği konusunda şüphelerim var. Şarkının adına bakınca sorun yok, okey. Lakin bir türlü oturtamıyorum kurduğum hikâyenin büyük aşkıyla, şarkının bütününü. Aklıma, daha iyisi, kurduğumuz hikâyeye cuk oturacak olanı gelecek biliyorum. Hissediyorum. Size de sorsam? 

Şimdi de bir başka eve, genç bir kıza çevirelim ışıkları. Narin ve alımlı. Güzel olduğu, iyi bir ailenin kızı olduğu, iyi eğitim aldığı ve zarafeti an itibari ile cepte. Hayalleri de olsun geleceğe dönük, biraz klasik gibi dursa da modern olsun düşünceleri. Uzaklara doğru baktıralım güzel gözlerini. Hatta bir rüzgar yaratalım ve camlarda takılı kalsın. Aşıp da tenine değemesin. Uçuramasın saçlarını. 

Acımasız mıyım? Aslında şimdi, tam da şurada yepyeni bir karakter daha katmak için kurduğum hikâyeye, yanıp tutuşuyorum. Şu ana kadarki karakterlerin genetik kodlarından yola çıktığımda, müthiş bir sonuca ulaşıyorum. Aslında şehir, olağanüstü bir kariyer, her şey ama her şey uçuşuyor kafamda.  Çok kararsız bir noktadayım. Çok ama! Şimdilik bu yeni durumu öteliyorum çaresizce. Belki de kurduğumuz hikâyenin sırrı olarak kalsın istiyorum. Merak edin istiyorum belki de.

İyisi mi gelin  zamanı azıcık ileri saralım. Kadere ördürelim artık ağlarını. İster misiniz? Geldi mi zamanı? O zaman çalsın gong ve Kars Şehir Sinemasının ilk filmi başlasın.




Filmi izlerken çok iyi bildiğim bir dünyadayım. Olağanüstü bir Cem Yılmaz var perdede. En çok onunla ilgili cümleler kuruyoruz. Büyük adam. Hokkabaz'dan sonra bir kez daha, dokunaklı, içe oturan, boğazda bir yumru ile kahkahalar arasında gidip gelinen muhteşem bir film. Olağanüstü bir sinema serüveni. Üstelik de Kars'tayız. Şehir Sinemasında. Mutluyuz. Çok mutluyuz. En keyifli akşamlar hanesinde bir çentik daha.

Hikâye çok  sağlam, gerçeğin ta kendisi. Tıpkı o yıllar. Afiş akşamlarının yaz kokulu saatlerinde gelip geçen polislerden sakınmak için saklandığımız duvar arkalarındayım. Okan Efe Parlar müthiş. "Abi sen sahi misin?" diyesim geliyor; o ağlarken, bunalırken, tereddütler yaşarken, nefsi ile mücadele ederken ve kan ter içinde kalırken... Berna rolünde Greta Fusco şahane. Adını hatırlayamadığım büyümüş Berna ise mıhı çakıyor kesinlikle.

O tutuyor diye bırakamıyorsan orucu. Küçücük bedeninle çekiyorsan tüm ızdıraplarını. Bunun adı aşktır, abi. Hem de tüm efsanelerdekinden daha büyük bir aşk.

Görüntü yönetimi, oyuncu yönetimi, müzikler, filmin renkleri, mekânlar, döneme dair ayrıntılar, arada kalmışlıklar, insani çelişkiler, komiklikler ve hüzünler, ustalara saygı göndermeleri, muh-te-şem.

Ve anne rolünde Ümmü Putgül. "Ablam be içimizi ne dağladın." deyip başka da bir şey diyemiyoruz.

O ne final öyle! İki "sıradan" sahnede bir büyük aşk ve evlat acısı ancak bu kadar yüreklere yer ettirilebilirdi. Ettirdi. Göz uçlarına ancak bu boyutta damlalar dizebilirdi. Dizdi.

Sadece mimik ve simgelerle bitiyor film.

Biriktirilmiş ve de saklanmış, finalin yıldızı gazoz  kapaklarını görünce; göz kapaklarının önüne set koyabilenler, sözde çaktırmadı. Tutamayanlara helal olsun.


3.Bölüm



1 Nisan 2016 Cuma

Kars Şehir Sineması

 1.bölüm

Kafamda sıralamışken anlatacaklarımı ve hazırlanmışken serinin 6.yazısına, çok değerli bir hanımefendiden çok şık bir mektup aldım. Elektronik ortamdan da gelmiş olsa, mail demeye dilim varmayacak kadar zarif ve incelikliydi üslup. Heyecanlandım. Tersi zaten mümkün olamazdı. Sadece ben için değil, şu alemde eli kalem tutan herkes için.

Şehir sinemasında bir film izlemek planlıydı. Severim küçük ölçekli bir şehri ya da kasabayı oralı gibi yaşamayı. Ama bu kez, üstelik de neredeyse her lokantasında kitaplık olan, kültür geçmişi derin, çok eski yıllarda dahi tiyatro salonu ve sinemalara sahip Kars olunca konu; mutlaktı sinemayı teneffüs etmek. Hatta hangi seansa gideceğimizi bile kurmuştuk yola çıkmadan. Bilgilerse olağanüstüydü. Üstelik de birinci ağızdan. İyi haber yakalamış gazeteci heyecanı ile baktığımda bütün detayları ile paylaşmak, ilk yazan ben olmak arzusu fena halde çekiştiriyordu paçalarımı. Ama öte yandan da hikâyenin muhteşemliği ile doğru orantılı olarak bir kuyumcu titizliğindeydi hassasiyetim. Hikâye çok sağlamdı, etkileyici idi. Ama aynı oranda da özel. Karşılıklı bir kaç mektup sonunda nerede durmam gerektiği netleşti kafamda.



Gramofon




04/02/2016

Ritüelim yüzünden bıçkın garson Talip'in ince ayarına maruz kaldığım, her lokmasına bayım bayım bayıldığımız pitiyi yiyoruz. Ardından gözümüze kestirdiğimiz dönerle devam edeceğiz. Fakat henüz Kars'ın en güzel kesme aşını tadacağımızdan haberimiz yok. Dün akşam Hanımelinde sunumu bize bırakmayan hanımefendinin ritüeli de benimle aynıydı. Gelin görün ki "O lavaşları şimdi çamur ettin sen." diyen Talip de 60 yıllık geleneğin devam ettiği lokantanın bıçkınıydı. Bir derse daha ihtiyacım varmış demek ki. Her yiğidin yoğurt yiyişi farklı, deyişi bir kez daha haklılığını ispat etti. Bu yeme içme meselesine ve ritüel konusuna bir başka yazıda döneceğiz nasılsa. Ama en güzel kesme aşının da burada olduğunun altını şimdiden çizmem gerek.


Çaylarımızı içerken sinema sitelerinden birine girip hangi seansta hangi film var göz atıyoruz. 17.30 uygun, mutabığız. Net üzerinden bilet alma imkânımızın olmadığını görüyoruz. O zaman yürümeye devam. Çaylar bitti. Tuncay Beyle sohbet güzel. Bir anlamda komşuyuz. Belki ben küçükken ve Kars'a gitmişken aynı sokakta top oynadık.

Yukarıdaki ev mi? Kars gezginlerinin en beğendiği ve benimsediği ev. Kimin olduğuna, nasıl restore edildiğine rastladınız çok kere. Biz de beğendik ama derinden etkilenmedik. İçinde olmayı çok istediğimiz mekânlara bacadan da olsa girdik. Evin sahiplerinin anahtarı bıraktığı arkadaşları Tuncay Beyin, istersek içini görebileceğimiz önerisine ise teşekkür ettik.


Şimdi, tam da yazının burasında bir hikâye kurmaya karar verdim ve bir adam tasavvur ediyorum. Misal Osmanlı saraylarına dayansın soyu. Şimdi bu da nereden çıktı demeyin ama! Üstelik de Gürcü olsun. Bir de kadın tasavvur etmeliyim. O da olsun Çerkez. Bu iki gencin ailelerini onlar daha doğmamışken bir şekilde İstanbul'dan Erzurum'a yollayalım. Hikâyemizin baş kahramanı gramofon, bunu asla unutmayacağız. Şimdi, zamanı biraz ileri saralım.  Rus Ermenisi çetelerin baskınlarından söz edelim. Misal bunlar erkekleri öldürüyor olsun. Kadını ve kız kardeşlerini tacizlerden halılara sararak saklayıp korutalım. Tüm bu karmaşadan çıkartmak için  bu iki farklı aileyi, çocuklarını da yanlarına alarak Kars'a taşıtalım. Bir zaman sonra  bu iki ailenin çocuklarını küçük yaşta da olsalar evlendirelim. Onların da çocukları olsun. Ağırlıkla erkek. Bu erkeklerden biri de esas oğlan olsun misal. Ayrıca yakışıklı ve sportmen de olsun. Bir de romantik. Unutmayalım ki şu an daha çocuk. Biraz daha zaman geçince, Konya'dan bir Ağır Ceza Hakimini ki Atatürk'ün "Arkadaşlar! Gidip,  dağlara bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiç bir güç ve kuvvet asla bizi yenemez." dediği Sarıkeçililer soyundan olsun. Onu da Kars'a tayin edelim. Onların da kız çocukları olsun mesala. Alımlı, zarif ve narin. Bu da esas kızımız olsun derim ben. İlerleyen zamanda, kurduğum hikâyenin içinde bir büyük aşk da olsa, iyi olur der misiniz? Duyamadım!


Lokantadan çıktık, otelin karşı köşesinden kıvrıldık. Atatürk Caddesinden bilmem kaçıncı kere yukarı doğru yürüyoruz. Buzlara dikkat. Magnetler ve Kars'a dair hediyelik eşyalar almak niyeti ile her seferinde küçük vitrininde kaldığımız, içine girdiğimiz son gün, görünen ebadıyla hiç de uyuşmayan, tahmin ötesi kafe'sine bayılacağımız "tükkânın" önünden geçtik. Serka, Migros derken Atatürk Caddesinin  Faik Bey Caddesi ile kesişme noktasından sola dönüyoruz. Heyecanlıyız. Hem de çok. Üstelik sinemayla aramızda muhteşem bir bağ kurulucağını henüz bilmiyoruz. Küçük bir uğraştan sonra, bingo. Bulduk!

Sinemadan fena etkileniyoruz, tasavvurumuzun fersah fersah ötesinde. Olağanüstü bir şefkat, ışıltılı bir duygu, hayranlık ve sevimlilik ifadelerimiz taze simit kokulu. Bir masal  mekândayız. Kesinlikle bir hikâyesi olmalı. Bunu derinden hissediyoruz. Bir müziği var. Nereden geliyor bilmiyoruz ama duyuyoruz. Bu bir tango. Gişedeki Cahit Abi şahane bir adam. Yazılmamış bir Yusuf Atılgan romanından çıkıp da gelmiş gibi. Zamanın  dışından. Mutlaka fotoğrafını çekmeliyiz. Gizlice ve doğal olmalı. Bir türlü uygun açıyı bulamıyoruz. Bulduğumuzda ise sonucu beğenmiyoruz. Onu anlatmayan bir kare. Seçtiğimiz film sitede yazılanın aksine 19.30'da. Sinemanın kafeteryası sevimli, şirin ve sıcak. Çağırıyor. Duvarlara asılmış esprili menülerdeki sinema biletleri indirimli. Şirin bir uygulama. Bize hoş geldi. Lakin karnımız tok. Yaşasın! Bir ukdemiz daha oldu.


Aslında bir de bar var, hemen sinemanın kapısından önce, sağdaki kapıdan girilip de üst kata çıkıldığında. Barın kapı camındaki, ilk anda anlamadığım, en bayıldığım yol arkadaşım anlatınca farkına varıp da anladığım "Akraba, damsız giremez!" yazısı tebessüm ettirici. Bir de sinemanın  üst resimdeki hizmeti var ki  o da şahaneler ötesi. Barı akla yazdık ama! Kısmetse çıkışta. Biletler cepte. Bu kadim sinemada kredi kartı ile ödeme olmamalıydı. Olmadı. 17 km yol yürüdüğümüz bir gün. Biraz dinlensek iyi olacak. O zaman film saatine kadar otel.


1.adamı biraz daha geliştirip, karakteri zenginleştirip beslemeliyiz diye düşünüyorum. Erzurum'dan Kars'a geldiler kısmı cepte. Bu bay'a ticaret yaptıralım mesela, ithalat-ihracat. Düşünelim bakalım neler yapabilir. Hımmmmm.. Rusya'dan ithalat yapsın, demir çelik olsun bu. Buna mukabil de oraya canlı hayvan satsın. Bu işlerde çok başarılı olsun. Bu çalışmaları ve şehire hizmetleri nedeni ile devletimiz onu ödüllendirsin. Evler versin. O da, kendisi de kirada oturmasına rağmen bu evleri yoksullara pay etsin. Hatta biraz daha ileri gidelim, abartmış olur muyuz bilmiyorum ama Anıtlar Yüksek Kurulu kendi bünyesine katana kadar Ani'nin tapusu da onda olsun. Hatta hikâyemizin bütününe baktığımızda yakın bir zaman sayılacak tarihe kadar, mesela 40 kadar yıl önceye dek emlak vergileri ödenmiş olsun. Hadi gelin bir de sinema açtıralım kendisine. Ne dersiniz? Bir de gramofon koyalım mı içine?  Sene de olsun 1930'ların sonu gibi. Ya da başı.... ya da daha öncesi. Ya da biraz sonrası.

2.Bölüm

14 Mart 2016 Pazartesi

Benim Kars'ım

Ara Sıcak

05/02/2016 

Son gün. Yarın sabah 7.45'de Kars'a veda. Kolanın buz ve limonla aromalanmış son yudumu gibi sona bırakılmış, tadı çıkarılacak, anıların izinden yürünecek gün bugün. Mahallemdeyiz. Yusufpaşa. Kaderin garip cilvesini dün öğrendim aslında. Kaz Evi'ndeyken bankanın eski yerini sormuştum. İlim Yayma Vakfına devredilmiş olduğunu duymak bir ince sızı yaratmıştı. Bazı binaların kamuya verilmiş olması yine de sevindirici! Lakin şu pencereler ve kapılar meselesi olmasa.


Dün, planlarımızda olan lokantanın yerini bulmak isterken bir anda karşımıza çıktı İlim Yayma. Fena halde heyecanlandırdı beni. Kaderin cilvesinin yanı sıra kan da çekmiş üstelik. Bizim banka bizim otelin duvar duvara bitişiği imiş. Hesap edilmemiş bir seçim

Muhteşem bir duyguydu. Biraz da buruk. O yıllarda canlı ve yaşayan binanın yerinde ıssızlık vardı şimdi. Müthiş bir aidiyet duygusu ele geçirdi tüm hücrelerimi. Teslim olmaya gönülden razıydım.

İşte burası arabayı park ettiğimiz yer, demir kapısı vardı ve arkaya doğru kıvrılabiliyorduk. Binanın arka kısmında bir eksiklik var sanki. Belki de yanılıyorumdur kim bilir. Ama bir şey eksik, bunu hissediyorum. Banka olan bölümün üst odalarından çıktığımda arabayı tepeden görebiliyordum.


Yoksa en amcamın müfettiş olduğu yıllarda Samsun'a her gelişinde, kuruluşu cumhuriyetle aynı olan ve şimdi yerinde yeller esen Cumhuriyet Lokantası'nın ancak yabancı filmlerde görülebilecek kocaman  mutfağına  girerek ilk gurmelik derslerini aldığımız, görerek seçtiğimiz yemeklerin her lokmasında yeni tatlar keşfederek yemenin nasıl bir keyif olduğunu öğrendiğimiz ilkokul yıllarında, sıcak ve küvetli bir banyoda köpük köpük yıkanmanın rehavetiyle sızdığımız beyaz çarşaflı ve konforlu yataklardan uyanır uyanmaz koşturmaya başladığımız pazar sessizliğindeki üst kat koridorlarından aşağısını gördüğüm, tarih kokan kapıları ve mobilyaları koyu ceviz, 80'li yıllarda yerine kuru beton bir bina dikilen Cumhuriyet Meydanındaki banka ile mi karıştırıyorum şu an bilmiyorum. Belki de Malatya'daki ya da Çanakkale'deki ya da Ankara'daki şubelerden izler taşıyor hafızam. Ziraat Bankası demek Cumhuriyet demekti benim için. Muhteşem binalar soludum, tarih kokan.


Yoksa bu büyük kapıdan girip de mi park ediyorduk arabayı? Sandığım bölümle hiç alakamız yoktu belki de. O zaman demir parmaklıydı bu kapı ve ortadan ikiye açılıyordu. Önündeki basamaklar yoktu ve kapının üstü ovaldi.  Kilidine ilaveten  kocaman da bir asma kilidi vardı. Amcamın odası üst kattaydı. Şimdi  arabayı yukarıdan görebilmem mümkün. İçeride bir avlu vardı, kesin. Bankanın Land Rover'ı da oraya park ediyordu. Şoförü hatırladım. Amcam sürücülüğüne çok güveniyordu. Malatya'ya giderken onu da götürmüştü. Hatta CHP senatörü olan kayınpederinin cenazesine o arabayla ve o şoförle gelmişlerdi. Alışkın olmadığı ve nispeten büyük bir şehirde, yan yollardan ana yollara çıkışı ile ürkütmüştü beni. En sağdaki kapı da lojmanın. Şimdi oldu işte. Her şey yerine oturdu. Bingo!


Bundan çok uzun yıllar önceydi. Seyahat sabahlarının eşsiz soğuğunda uyanmıştım, titriyordum. Sanmayın ki mevsim kıştı. Dibine kadar yaz. Yolculuk tüm Karadenizi takip ederek Trabzon, Hamsi köy üzerinden Ziganayı, Kop dağını aşıp, elbette sütlaçsız olması mümkün olmayan bir şekilde Bayburt, Erzurum güzergahından Kars'aydı.

İki kapılı, koyu füme, kilometre saatindeki ibre hız arttıkça yeşil, sarı ve kırmızı renklerine dönen gümrük ihalesinden hasarlı bir şekilde alıp da Paşa Usta'ya yaptırdığımız, 10 yaş civarındaki  Opel Record'umuzla çıkıyoruz yola. Henüz anılarımızda lastikler üzerinden önemli bir yer tutacağını bilmiyoruz yolculuğun.

Çift yedek lastik taşıyorduk. Jantıyla ve takılmaya hazır. Çare olmamıştı. Sayısız kez patladı lastikler. Bazen tubless olan lastikleri hiç sökmeden tamir edip şişirdiğimiz oldu.

Kars'a tam vardık derken. Tam da Selim ilçesinde. Gecenin ayaz karanlığında. Yedek lastiklerin tümünü de kullanmışken bir kez daha patladı lastik. Krikoda kaldı araba. İçinde üç kardeş ve anneyle. Çok üşüdük, yazdı. Korkmadık ama.


Yapılmış lastikle döndü baba. Artık lojmandayız. Sıcak ve şaşırtıcı bir bina. Odalar bizimkilerden yüksek, kapılar muhteşem. Pencereler çift, beyaz, iki pencere arası tahminimce otuz kırk santim. Çocuk ölçüsü deyin geçin. Belki de daha kısa, teyit etmek mümkün değil. Çoktan teke düşüp PVC olmuş kendileri, üzücü. Üstelik o iki pencerenin arkasında camsız, ortadan ikiye açılan bir de kapak vardı. Burası Kars, yaz da olsa hava sert. Tüm odaların duvarlarını dolaşan bir kalorifer sisteminden söz etmişti en amcam. Kullanılmıyordu.

Oturduğum yerden baktığımda aşağı kadar görebildiğim geniş, uzun ve iki yanı ağaçlı, parke taşlı caddenin tepesinde, bildiklerimden tümüyle farklı, yalnızca okuduğum kitaplardan canlandırabildiğim bir terzinin dükkanına gittik bir gün. İnanılmazdı. O terzi dükkanından caddeyi izlemek muhteşemdi. Aradı gözlerim.


Kars'tan ayrılacağımız gününün gecesinde garajda yer olmadığı için bankanın önünde kalan arabanın dört lastiğinin kesilmiş olması bile anlatılması güzel, bu eşsiz şehre yapılmış yolculuğu daha esrarlı kılan bir anı olmuştu.

O günkü Kars'ta kesilen dört lastiğin yerine ancak iki yeni lastik bulabilmiştik. Diğer iki lastiğe de dikiş attırmıştık. Hayatımızın en önemli kazasını o lastikler nedeni ile atlattık. Babam. Şahane adam. Dikişleri atıp anında havası boşalan arka lastiğin bizi geniş açılar çizerek yolun dışına atmaya çalışan haline galip gelmiş, sürekli yalpalayan ve jant üzerinde kalmış, ibresi kırmızıdaki arabayı yoldan çıkarmadan ve devirmeden, usulca durdurmayı başarmıştı. Gözüme kan inmişti. Bir ayda kalkmadı.


Başımıza gelen üzerinden bir cinayet romanı yazmayı bile düşledim bu yazıyı yazarken, belki de "kısa" bir "olay yeri inceleme" olur kim bilir?


En amcam evlenince, yerleşik olmak için banka müdürlüğüne geçmişti. Gittiği her yerde siyaset, devlet kaynakları, zenginler düzeninin "gereği" olarak hakkı olmayan, üstelik de bankanın kuruluş amacına aykırı bir biçimde şehrin siyasetle içli dışlı kalantorlarına  dağıtılmış kredileri geri çağırıp onları gerçek üreticiye, köylüye yönlendirirdi. Kars köyleri, oralardaki peynir ve sebze üreticileri, Iğdır'daki, Kağızman'daki, Çıldır'daki, Boğatepe'deki, Arpaçay'daki, Susuz'daki, Ardahan'daki, Posof'daki topraklar dile gelse de o günleri anlatsa isterim. Düzenine çomak sokulanlardan biri bu zararı vermişti bize. Faili meçhul bir cinayete kurban gitmemiz işten bile değildi. Belki böyle bir kastı yoktu eylemin, düşündükleri belki de maddi bir zarar vermekti sadece. Ya da ötesi için bir gözdağı.


Bir hafta sonu Boğatepe'ye gittik, eski adı ile Zavot'a. Şahane karşıladılar bizi. Muhteşem bir sofra hazırlandı. Kusursuz yuvarlıklığa sahip küçük patates kızartmaları üzerine kendi aramızda çok konuşmuştuk. O yılların Türkiye'sine o kadar uzak bir lezzetti ki bilmiyorduk. Sonradan öğrendik. Ama son derece doğal yöntemlerle hazırlanmış peynir katkılı halinin tadına hiçbir zaman ulaşamadık. Asıl şaşırtıcı olan ise seccadesini topladığı odadan gelen mavi gözlü babaanne oldu. Almandı. Sarışındı. Çok tatlıydı. Patatesler onun eseriydi. O gün kesilmiş kazlar muhteşemdi. Yıllar sonra argodaki kaşarlanmak lafının ne olduğunu o gün gördüklerim üzerinden çözmüştüm. Bir peynir üreticisiydi bizi davet eden amca. Mandırayı gezmiş, kaşarların kaşarlanmadan önceki halini de görmüştük. Anlatmıştı peynirin nasıl yapıldığını. Tuzsuz köy peyniri formundaydı hepsi. Bembeyaz. Dizildikleri raflarda "kaşarlanmayı" bekliyorlardı. Tattığımız kaşar ve gravyerler de en az yemekler kadar güzeldi. Evin çocukları  ile geniş otlaklarda saatlerce top oynadık. Top oynayınca acıktık.


Bu yazının devamı için buradan lütfen

Kars Şehir Sineması'nın şaşırtıcı hikayesi için buradan lütfen, 

 Doğu Ekspresi ve Kars. Nedir, nasıl bilet alınır, tren ve yolculuk nasıldır içinse buradan lütfen.


Fotoğraflar Nikon L23 ile...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP