8 Nisan 2013 Pazartesi

Erasmus'la Yaşamak

5.5 aylık Polonya maceramı noktalayıp yurda ayak bastığım tarih olan 22 Temmuz 2011 gününden bu yana içimde yeniden Varşova sokaklarını arşınlamak, Nowy Swiat'ın hemen girişinde sağ köşede yer alan ve iki yaşlı Polonyalı teyzenin işlettiği, her gittiğimde beni sıcakkanlı gülümsemeleriyle karşıladıkları o küçük, biraz da izbe ama sevimli pub'da Varşova'nın kendine özgü, sert, yoğun birası Krolewski'nin tadına yeniden varmak, Palace of Culture'ın önündeki parkta oturup, onları uyaran güvenlik görevlileriyle gelen geçenden para ya da sigara isteyen evsizler arasındaki tatlı sürtüşmeleri izlemek, hemen karşısındaki Warszawa Centralna'dan trene atlayıp Polonya'daki son iki ayımı öğrenci hayatı anlamında dolu dolu geçirmeme olanak sağlayan 4 saat uzaklıktaki küçük ama bir genç için işlevi son derece büyük bir kent olan Olsztyn'e yeniden gidebilmek gibi özlemlerle yaşamak benim için çok zor oldu.

Rehavete kapılmamak ve kendime olan sorumluluğumu yerine getirmek adına yeniden sıkı bir
şekilde abanmaya mecbur olduğum dersler ve sınavlarla baş etmek bir başka zorluktu.

Bir üniversite öğrencisi olarak elin Avrupalı meslektaşımın sahip olduğu serbest dolaşım hakkını, toplu taşımayı kullanırken ve eğlence yerlerine girerken yararlandıkları %50'lik indirimleri hatırlayıp hayıflanarak, onları Facebook'tan sağda solda fink atarken takip etmek, 'Bizde niye yogh?' diye haykırmak istemek tam anlamıyla felaketti.

Bu 1 sene içinde okuldaki hocalarım, arkadaşlarım, ailem kısacası beni önceden beri tanıyan yakın çevrem tarafından sonradan görme ya da “Avrupa gördü, bi tarafları kalktı” gibi algılanmamak için verdiğim mücadele hepsinden daha da zordu.

Çünkü bir Erasmus'u en iyi ancak başka bir Erasmus anlayabilir. Hatta bazen bu bile yetmeyebilir. Her Erasmus'un yaşadıkları, edindiği tecrübeler ya da fikirler, gittikleri ülkelerde çevreleriyle kurdukları iletişim ve aldıkları tepkiler farklı olabilir. Kimi gittiği ülkelerde daha önceki hayatı boyunca yaşadığı topraklarda öğrendiği şeyleri sürdürerek yaşamaya devam edebilir. Çevreyle fazla ilgilenmez. Yurttan okula tekdüze bir hayat sürebilir. Sadece kendi ülkesinden olan Erasmuslarla takılmaya devam edebilir. (Bu kolonizasyon faaliyetinin kralları biz Türkler ve İspanyollardır)

Kimiyse bi daha mı geleceğiz Erasmus'a diyerek, her anın tadını çıkarmaya çalışır. Kendini sokaklara, yollara, parklara, publara atar. Ota boka burnunu sokar, gittiği her yeni Avrupa kentinde birileriyle tanışıp insanlarla ve kültürlerle ilgili bilgiler toplamaya çabalar. Tüm bu süreç sayesinde de farkında olmadan bilinçaltına bir ton güzel anı atar ve hayatı boyunca bunların tekrarlanacağı anları umut ederek yaşamaya mahkum edilir.

Ya da tam tersi, yeteri kadar donanımı, kültürü ve insani vasıfları olmadığı halde biraz torpille ya da şansla Erasmus'a giderek 'Bari çekileyim bi kenara uslu uslu oturayım, gözlemlerimle bişeyler öğrenmeye çalışayım, kendimi burada geliştireyim' demeden, çevreye uyum sağlama gayreti göstermeden Türkiye'de uyguladığı mafya rejimini orada da sürdürüp çıkardığı kavgalarla, 21. yüzyılda yaşadığını, yani artık sınırların ve milliyetlerin giderek önem kaybetmeye başladığını unutup, biraz da bilinçaltında pompalanan Osmanlı'dan kalan dünya hakimiyeti zihniyetiyle ve insan gibi içmesini bilemediği, yalnızca erkeklik gösterisi sandığı alkolün de gazıyla hem Erasmus yaptığı ülkede kendi halinde yaşayan Avrupa insanının huzurunu; hem de taşıdığı ay-yıldızlı pasaportumuz yüzünden Avrupalıların kafasında olumlu izler bırakabilmek için çabalayan diğer Türk Erasmusların da huzurunu kaçırabilir.

Yurda ayak basınca da Avrupa fatihi edasıyla etrafa caka satar. Artık egosunu sonuna kadar tatmin etmiş, yedi düveli dize getirmiş bir yiğittir o ne de olsa!

Zaten çoğu ülkede bize karşı hala yoğun ön yargılar var. Her üç kişiden biri bize alenen terörist, barbar demekten çekinmiyor. Biraz empati yapın! Türkiye'ye gelen başka ülkeden Erasmuslar ulu orta yerde gruplar halinde dolaşıp içip içip çevreye sataşsa, kızlarımıza laf atsa, sürekli kendi ülkesinin propagandasını yapsa, hala kendi ülkesinde yaşıyormuş gibi hareket etse, sonra da başlarına dert açıldığında Erasmus'un arkasına sığınıp kaçak dövüşse ne tepki veririz acaba?

Her fırsatta genç nüfusuyla övünen, en az 3 çocuk isteyen devlet büyüklerine sahip olmasına rağmen, hala kapsamlı bir gençlik politikası olmayan ülkemizde yaşadığımız koşullar nedeniyle agresif yapılı insanlar olarak yetiştiğimiz bir gerçek. Benim de özellikle son zamanlarda belli durumlar karşısında zaman zaman sinirlendiğim, şirazeyi kaçırdığım anlar oluyor; ancak en azından Erasmus'tayken aynı tavrı sürdürmenin hiçbir manası ve gereği yok.

Yabancı diliniz ile insanlara ve çevrenize saygınız burada iki kilit unsur. Bu ikisi kendinizde ne derecede bulunuyorsa, Erasmus'unuz da o derece hareketli ve eğlenceli geçer. Adaptasyonunuzu ve insanlarla iletişiminizi kolaylaştırır.

Bu arada itiraf edeyim Erasmus'tan önce ben bir koyunmuşum. Yoksa yurt dışına en avantajlı şekilde çıkmanın tek yolunu diplomatik pasaport sahibi olmak sanarak illa diplomat olacağım diye tutturup 18 yaşımda Kırıkkale gibi yaşaması benim için son derece güç olan bir şehre adım atmazdım. Mantığım o zamanlar tekdüzeydi: Ne istiyorsun Mussano? İngilizcemi geliştirmek ve ileride fırsat bulabilirsem bir süreliğine de olsa yurt dışında yaşamak. O zaman Uluslararası İlişkiler mezunu olacaksın. Bu sayede gideceksin Dışişleri Bakanlığı'nın kapısına ben şu şu ortalamayı yaptım, şu kadar dil öğrendim diyeceksin ve en kısa yoldan ancak böylece yurt dışına çıkacaksın.

Erasmus'a gitmeden önce doğup-büyüdüğüm ve bu ülke sınırları dahilinde en çok sevdiğim kent olan Samsun, hayatta istediğim gibi yaşayabileceğimi düşündüğüm tek yerdi. Başka bir şehirde barınabilmek benim gözümde imkansızdı. Ama hayat enteresan ve sürekli ileriye doğru akan bir süreç gerçekten. Samsun'dan sonra hayatıma giren çok daha düşük profilli bir kent olan Kırıkkale'nin bana açtığı Erasmus kapısı Samsun'un yanına Varşova'yı, Gdansk'ı, Olsztyn'i, Krakow'u, hatta Prag'ı, Viyana'yı ekledi.

İşte bir sene boyunca kafamda tüm bu düşünceler ve içimde taşıdığım duygularla, yemeyip içmeyip biriktirdiğim 1000 euro civarı bir parayla, bu kez değişiklik olsun diye vize başvurumu Polonya Ankara Büyükelçiliği yerine İstanbul Başkonsolosluğu'na (Daha doğrusu aracı şirket VFS Global'e) yaparak, yine benim gibi bir senedir Post-Erasmus depresyonundan muzdarip olan, kafasında Erasmus'a dair atomlar parçalayan bir arkadaşımla birlikte yeniden yollara düştüm.

Acaba Erasmusum boyunca en uzun zaman geçirdiğim iki kent olan Varşova ve Olsztyn'de bu süreçte neler değişmişti? Özellikle sahip olduğu eşsiz kampüsü ve Erasmus imkanlarıyla kendi aramızda 'saklı cennet' olarak tanımladığımız ve bolca ortak anılarımızın da olduğu Olsztyn bizim için çok önemliydi. Bir insanın başka bir ülkedeki bir şehri bu kadar benimseyebilmesi gerçekten çok garip bir durum. Bugün Samsun'a bir şey olsa ne kadar üzülürsem, Olsztyn'e de en az onun kadar üzülürüm.

Erasmus olmakla arada tek ama büyük bir fark vardı yalnız. Artık ilk kez yurt dışına çıkmanın verdiği ürkeklik ve tedirginlikle değil, çok daha tecrübeli olarak geçecektik sınırı. Bu da şüphesiz çok daha iyi gözlemler yapmamıza ve yeni maceralara daha güvenli atılmamıza olanak sağlayacaktı.

Mottomuzu ise gittiğimiz ülkelerde tanışacağımız insanlara karşı kullanmak üzere Erasmus'tan, After ya da Pro-Erasmus'a çevirmeye karar verdik. Bize 'Siz burada necisiniz?' diye sorduklarında yeni kimlik tanımlamamız bu olacaktı.

Yazının devamı: Edirne'yi Geçerken

3 Nisan 2013 Çarşamba

Edirne'yi Geçerken

25 Ağustos 2012 sabahı yani geçtiğimiz yaz, yolculuğa beraber çıkacağımız arkadaşım Ahmet'in İstanbul Fındıkzade'deki evinde uyandığımda cep telefonuma bir mesaj düşmüştü. VFS Global, vize başvurumun sonuçlandığını ve pasaportumu Şişli-Halaskargazi'deki şubesine giderek teslim alabileceğimi söylüyordu.

Vize sürecim çok sıkıntılı geçmedi. Polonyalı bir arkadaşımın gönderdiği davet mektubu, banka hesap cüzdanımdaki 1000 Euro (Yaklaşık 4000 zloti) ve daha önce Erasmus sayesinde elde ettiğim 6 aylık D tipi vizem sayesinde Polonya Başkonsolosluğu bana 1.5 aylık bir Schengen vizesi vermeyi uygun bulmuştu sağolsun. Artık zaman kaybetmeden Wızz Air'in internet sitesine girip ucuz charter uçuşlarından birine bilet almak zamanıydı. Bu saatten sonra Lot'tan ya da başka bir havayolundan Polonya'ya bilet almak pahalı olurdu. Bütçemiz belliydi ve zamanımız dardı. Mümkün olan en kısa yoldan ve en ucuz şekilde geçmeliydik Edirne'yi.

Ne yapsak ne etsek diye kafa yorarken, internette Bulgaristan'ın diğer AB ülkelerinden Schengen vizesi olanlara 5 günlük bir transit geçiş hakkı tanımaya başladığı haberine rastladık. Yani benim vizem Polonya tarafından verilmiş olmasına rağmen, AB topraklarına ilk girişimi Bulgaristan üzerinden yapabilirdim. Bu da bize yeni bir fikir verdi. Bulgaristan'a İstanbul-Burgaz otobüs seferiyle geçecek, Burgaz'dan da Polonya'nın güneyindeki şehirlerden Katowice'ye uçacaktık. 60 liraya Metro Seyahat'ten İstanbul-Burgaz seferine, 150 Bulgar Levası (Yaklaşık 150 lira) karşılığında da Wızz'dan 28 Ağustos tarihine Burgaz-Katowice uçuşuna biletlerimizi aldık.

Burgaz'a 6 saatlik bir otobüs yolculuğunun ve sınırı ilk kez karadan geçmenin verdiği heyecanın ardından vardığımızda gördüğümüz manzara bizi hem şaşırttı hem de oldukça etkiledi. Düşük profilli bir kent bekliyorduk; ancak tam anlamıyla bir tatil ve eğlence merkeziyle karşılaştık. Burgaz'da yalnızca bir gece kaldık; ama kentin taşıdığı imkanları görünce 'Acaba kalış süremizi uzatsa mıydık?' diye iç geçirmedik değil.

Burgaz'da neden tatil yapılır?



1-Karadeniz kıyısında olmasına karşın plajı, şehrin genel havası ve farklı ülkelerden turistlerin yoğun ilgisi sebebiyle herhangi bir Akdeniz tatil beldesinden farksız.

2-İstanbul'a sadece 5-6 saatlik mesafede, kendinizi başka bir evrene geçmiş gibi hissedebilirsiniz. Bulgaristan'ın bize karşı geçmişten gelen politik tutumunu, vize ve kontrol işlemlerini az da olsa gevşetmeye başlaması nedeniyle kafa boşaltacak kısa tatiller için tercih edilebilir.

3-Herşey çok ucuz. En azından biz gittiğimizde çoğu Avrupa ülkesi gibi Bulgaristan da krizle boğuşuyordu. Bu durumun etkisi var mıdır bilmem ama, örnek verecek olursam Old Town'ın en lüks mekanında kahve 1 leva. Yani yaklaşık kur hesabıyla yalnızca 1 Lira! İki çeşit yemek ve 6 biraya ödediğimiz para ise yalnızca 24 liraydı. Türkiye'nin herhangi bir tatil beldesinde bu paraya yırtabilmek oldukça güç.

4-Otellerin durumu oldukça iyi. Booking.com aracılığıyla ucuz ve orta halli bir otelde rezarvasyon yapmıştık ve gerçekten iyi bir yerle karşılaşıp karşılaşamayacağımızdan şüpheliydik; fakat gördüğümüz manzara bizi sevindirdi. Geceliği kahvaltı dahil yalnızca 25 liraya çok güzel ve yeri merkezi bir otelde kaldık.

Burgaz'da geçirdiğimiz iki günün akılda kalan bazı olayları oldu. Bunlar daha çok yol bulmak amaçlı kurduğumuz iletişimlerden kaynaklandı. Önce bir bar sahibine kalacağımız otelin yerini sorduk; ancak İngilizce bilmediği için bir karşılık alamadık. Şansımızı Lehçe denemeye karar verdik ve Doğu Avrupa dillerinin birbirine benzerliği sayesinde sonuç aldık. 'Levo, levo, prosto' yanıtı bizim dilimizde 'Abi iki sol yapcan, sonra dümdüz kaptırcan' demekti ve yolu bulmak Türk olduğumuzu duyunca bize Türkçe 'komşu' diye seslenen bir Bulgar çift sayesinde oldukça kolay oldu.

Burgaz'da tek kötü olay havalimanında Katowice uçağına binmeden önce pasaport kontrolünde yaşandı. Diğer yabancılar hiçbir aksatmaya uğramadan direk salona geçerek uçağa alınırken, biz çok daha sıkı bir kontrole ve soru yağmuruna tutulduk. X-Ray'de ötmememize rağmen baştan aşağı iki kez arandık ve pasaportumuz neredeyse cildinin kalitesine, sayfalarının tam olup olmadığına varıncaya  kadar defalarca evrilip çevrilerek incelendi.

Polonya'ya indiğimizde çok daha kibar ve misafirperver karşılanacağımızı biliyorduk ne de olsa, varsın bu küçük aksaklık nazar boncuğumuz olsundu.

Uzun süredir ağlamamıştım; ama Katowice'ye indiğimde çok duygulanacağımı ve Varşova'ya vardığımda muhtemelen oturup hüngür hüngür ağlayacağımı hissediyordum.

29 Mart 2013 Cuma

Kelebeğin Rüyası!

Filme giden:

"Filmin görüntüleri gerçekten müthiş güzel, bir de ben Zonguldak'ı çok sevdiğim için ayrı bir güzel geldi bana... 

Yine de kesinlikle Lovelet bu filme yakışan mekan... 

Bu kadar şiirle dolu bir filmden çıkılacak yer Yeşilyurt'un fuayesi olmamalı!"


Filme gidecek olan:

Hayatımın en güzel akşamlarından biriydi, muhteşemdi, süperdi, öyleydi işte...

Kal vaziyette, aklımdan geçen binbir cümleye bakıp gülüyorum. 

O kadar çok kelime geçiyor ki... 

Öyle tatlı bir karmaşa ki yaşadığım... 

Hepsi de şu anki hissiyatımı ve akşama dönük duygularımı anlatabilmek için. 

Ama! Sanki!  Duyguları en güzel anlatan şey de bu anlatamama hali.


Filme gidecek olan filme gittikten sonra:


"Çok zevk alarak izlediğim filmlerden biri oldu kendisi; ilk yarının bazı bölümlerinde, "Ya! Şimdi bu klişeye ne gerek vardı, hastalığı bu kadar abartarak  yoğun bir dram yaratıp izleyiciye oynamanın bir alemi var mıydı?" gibi entelektüel ukalalıklar resmi geçit yaptı tabii ki... Ama ikinci yarı, özellikle final bölümü tüm bu duygusuz bilmişlikleri silip attı, ben, ben oldum ve filme toplam kalite noktasında pekiyi'yi verdim.

Kıvanç Tatlıtuğ'dan af dilemem lazım; hiç bir dizide ve filmde izlemediğim, kendisini sadece gazete haberlerinden tanıyıp hakkında yargılar oluşturduğum, oyunculuk manasında adam yerine koymadığım şahsını çok beğendiğimi beyan ederek kendisine saygılarımı sunuyorum. Ve ayrıca oyunculuk performansının onu, uluslararası alanda çok önemli bir çizgiye taşıyabileceğinin altını çiziyorum.

Kostüm, mekan, kamera açıları, renk ve siyasi vurgular müthişti.

Yılmaz Erdoğan'ın da şiir yazan biri olması bu filme çok şey katmış... ayrıca kafamdaki Behçet Necatigil imajıyla onu örtüştürememiş olsam da ilerleyen dakikalarda alıştım ve finalde hakkını teslim ettim.

Görüntü yönetmeni kesinlikle can; özellikle kameranın gemiden ayrılmaya başladığı ve finalden bir önceki sahne muhteşemdi. Denizin kenarında ve kayaların üzerinde Suzan ile konuştukları sahnede yakın plan çekimlerde kameranın bulunduğu yer ve açı, anın duygusunu çok güzel yansıtıyordu.

Çok diyaloğa gömmeden kısa ama vurucu şiirler ve cümlelerle bence derdini, ritm kaybetmeden anlatmayı başaran bir filmdi. 

 Çok güzel bir sinema günüydü kısacası... 

Ama madene girmek için yüzlerini çamurla boyamaya başladıkları sahne beni çok gülümsetti; insan sevgiye dair en çok şeyi, parmak uçları ve avuçlarıyla anlatabilir çünkü.

Haskahve'de sokak kısmında oturdum, bir pasta seçtim ki adı Latte Pastaymış; "Kreması fazladır!" diye uyardı çocuk beni. Sonuçta ben de güzelden anlayan biriyim ve fikrimden vazgeçmedim. Yanına da sütsüz bir filtre kahve söyledim, şeker ilave etmedim. Sonuç itibariyle ikisine ayrı ayrı bayıldım, ve ikisini birbirine çok yakıştırdım." demiştim, bundan yaklaşık bir ay önce.

Sonra bu film üzerine uzun süre düşündüm, bir yazı çıkaramadım, izlediğim andaki duygumdan uzaklaştım, bir uzman edasına büründüm ve eleştirel bakmaya başladım. Oysa hissiyatımı anlatırken; Halkevinin duvarının sıvası dahil döneme dair detayların başarılı bir şekilde yansıtılmasını övmüştüm.

O günün koşullarında doğru gibi gözüken modernleştirme çabalarının aslında toplumun ayrışmasına, ve  "modernleşen" kesimde yer alanların farklı bir sosyal ve ekonomik sınıf haline gelmesine neden oluşuna vurgu yapan sahneleri beğenmiştim.

Bu değişimi benimseyen "modern kesimin" aslında süreç içinde yönetenler tarafından makbul görülmesiyle birlikte, kendini ayrıştırıp bir üst sınıfa haline getirmesinin diğer kesimler üzerinde oluşturduğu küçümseyici ve dışlayıcı tavrın bugün geldiğimiz noktadaki ironisine gülümsemiş; Yılmaz Erdoğan'ı aslında filmin ana temasında fon gibi duran bu vurgusundaki -eleştirel- bakışını, altını çizmeksizin ortaya koyma becerisinden dolayı takdir etmiştim.

Özellikle Mediha karakterine ve onu çok başarıyla oynayan Farah Zeynep Abdullah'a bayılmıştım.

Filmin açılışıyla birlikte akmaya başlayan siyah beyaz görüntüler esnasında, -yeni gözdem olan- sinemanın rahat koltuklarına gömülmüşken, en çok da Türk Sinemasının geldiği noktaya övgüler dizmiştim. Muhteşem bir açılıştı.


Belki de, hala akşamın üzerimde kalan kokusu yüzünden filmi abarttığımı düşünerek yazamamıştım o gün bir yazı. Ve bugün, o güne gidip filmi düşündüğümde; bu yazının, o günün ve filmin hakkını veremediğini düşünüyorum.


27 Mart 2013 Çarşamba

Blog, yazanlarından daha kabul görür bir şahsiyettir; yazarlarının yoluna fırsatlar döşer!

"Bu yazıyı eli kalem tutan, meslek ve iş konusunda umutsuz olan gençler için yazdım. Biraz sonra vereceğim örnekleri, blogu oluşturduğumda ben bile hayal edemedim."


Ben bir blog yazarıyım. Şu alemde tanıyan çok azdır; şeklimi şemalimi bilen, benle oturup iki kelam etmiş insan sayısı ikidir. Ama La Paragas öyle mi?

 70 milyon insan içinde herhangi biri olan bizi, gittiğimiz bazı alanlarda itibar sahibi yapan, özel muamele görmemize sebep olan La Paragas'tır. Biz onun tanınırlığı sayesinde adam yerine koyuluruz.

Elbette ben de iyi bir çevresi olan, e nispeten sevilen, saygı gören bir adamım. Mesleğim dolayısıyla bu ülkenin pek çok şehrinde itibarlı sayılabilecek, benim için değerli pek çok tanıdığım da vardır. Ama La Paragas hiç tanımadığımız, hiçbir geçmişimiz olmayan insanlarla bizi tanıştıran, sayesinde itibar görmemize sebep olan bir varlıktır.

Buna pek çok örnek verebilirim aslında: Mesela Erasmus sonrası tekrar Polonya'ya giden Mussano'ya,  yazıların sahibinin o olduğunu bilmeden, "La Paragas diye bir blogda bir yazı okudum ve bu şehri seçtim" diyen pek çok öğrenci vardır. 

Şu gün, özellikle Erasmus için Polonya'ya giden öğrencilerin neredeyse %80-90'ı La Paragas'ı bilir ama bizi bilmezler.  Hakeza üniversitelerin Erasmus koordinatörleri de...  Tıpkı, özellikle sanat yazılarının okurları, mail atanları ve  önemli mecralarda yazılarımızı paylaşan çok önemli insanlar  gibi.

Ama bunlardan herhangi birine "Biz La Paragas'da yazıyoruz." dediğimiz anda karşılaştığımız tablo çok keyifli ve çok hoştur. Normal koşullarda randevuyla bile ulaşamayacağımız insanlarla bir anda sıcak ve eşit dostluklar kurmamızı sağlar.

Bu yazıyı eli kalem tutan, meslek ve iş konusunda umutsuz olan gençler için yazdım. Biraz sonra vereceğim örnekleri, blogu oluşturduğumda ben bile hayal edemedim.

O zaman da blog yazmanın önemli ve geleceği parlak bir iş olduğunu gördüm ve kabul ettim. Ama bir meslek noktasına taşınabileceğini kesinlikle aklımın ucundan bile geçiremedim Ara Sıcak başlıklı yazılarda blogda yazılan yazılar sayesinde tanışılan insanlardan sıklıkla söz ettik. Yazıların bu ülkenin önemli insanlarının ve kurumlarının sayfalarında yayımlanması her zaman gurur vericiydi. Ama bir süredir yaşadıklarımız ve aldığımız mailler, bu mecranın özellikle genç insanlar için bir kariyer alanı olduğunun da işaretleriydi sanki.

 Aslında bu yazı biraz da "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit" işlevselliğindedir. Bizim blogun kalemleri tartışmasız iyi iki genç yazarı var: Captaiin ve Mussano. Herhalde bir kızım olsa Captaiin kadar sevemezdim, onu fark ettiğimde yaşı henüz 15'ti. O gün de güzel yazıyordu... ama ondaki gelişimi gördüğümde, bazen, neden daha çok yazmıyor, diye hayıflanmadan edemiyorum.

 Mussano için ise buraya bir kelam dahi yazmayacağım. Çünkü dilimde tüy bitti.

O yüzden size söylüyorum gençler!

Özellikle genç insanlar neden blog yazmalılar noktasına gelirsek : Bu ayın ilk haftasında T.C Başbakanlık yazılı bir mail aldık, önce acaba virüs falan mı diye düşündüm, sonra gov.tr uzantılı maile güvendim ve açtım, altında kurum yetkilisinin adı ve soyadı yazılı mailde şu cümleler yazılıydı:

"İyi günler,

Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü (BYEGM) olarak dijital ortamda kaliteli içerik üreten içerik yaratıcılarının sesini geniş kitlelere duyurmak amacıyla bir platform kuruyoruz. Sitenizde yer alan kaliteli içeriğiniz sebebiyle bu platformda sizinle de iş birliği yapmak istiyoruz. Konuya ilişkin bilgi paylaşımında bulunmak üzere size ulaşabileceğimiz elektronik posta adresiniz ve iletişim bilgilerinizi bizimle paylaşırsanız memnun oluruz.

 Görüşmek üzere."

Tabii ki buna sevindim. Ama sapına kadar inandığım, tarafı olduğum birileri dahi iktidarda olsa, ya da başbakan kardeşim olsa,  yine de böyle bir iş birliğini kabul etmezdim. Çünkü ben dilediğimi yazmak isterim, inandığımın ve kendi doğrumun dışında bana yön verebilecek, benim mecramı kullanmanın hesabını yapan,  özellikle propagandaya yönelik hiçbir iş birliğinin içinde olamazdık.

Bundan bir kaç gün sonra bu kez Yıldız Sarayı Vakfından bir mail aldık. O da şu şekildeydi:

"Eğitimlerimize destek veren değerli akademisyen ve sanatçılarının katılacağı ve “Saray Akademi Yıldız” eğitim seminerlerinin tanıtılacağı, sonrasında ise Gezi Yazarı ve Tarihçi Saffet Emre Tonguç eşliğinde Yıldız Sarayı’nda yapılacak küçük bir gezi ile devam edecek bu basın buluşmasında siz değerli Basın Mensuplarını aramızda görmekten onur duyacağız..

Yer: Yıldız Sarayı Tiyatrosu Tarih: 27.03.2013 Çarşamba Saat: 14:30 – 15:30"

 Bu asla kaçırılmayacak bir fırsattı elbette ama bir proje ile ilgili yoğunluk nedeniyle ben gidemeyecektim. Gidecek birini de bulamadım!

Mail gönderilenlerin listesine baktığımda, yan yana gelebilmenin, aynı ortamı solumanın çok zor olduğu, Türk Medyasının önemli temsilcilerinin olacağı bir ortamda bulunmak, medyanın göbeğine paraşütle inmek ve orada bir kaç kişiyle tanışmak müthiş fırsattı, genç bir insan açısından; özellikle de seminer ve konferans verecek akademisyen ve sanatçı listesine bakıldığında...

Ama ben katılamayacağımızı belirten bir mail atmak zorunda kaldım.

Bu olay henüz soğumamışken bir mail daha aldık. Başlığı, özellikle blogların artık ne seviyede bir değere ulaştığının göstergesiydi.

 "Değerli Basın Mensubu,

29 Mart 2013 cuma günü vizyona girecek Sinister - Lanet filmimizin basın gösterimi pazartesi sabah yapılacaktır. Basın gösterimi ile ilgili detayları aşağıdadır. Basın kiti tarafınıza basın gösteriminde dağıtılacaktır.

TARİH : 25/03/2013

YER : Kanyon Cinemaximum Sinemaları

İKRAM : 10.00

GÖSTERİM : 10.30"

 Buna cevap veremeden bugün yine değerli basın mensubu diye başlayan bir mail daha geldi. Yani demem odur ki: Gençler, eliniz kalem tutuyorsa geleceği parlak, sizi başka mecralara taşıyabilecek, ekonomik hiçbir katkı istemeyen, oturduğunuz yerden ve üstelik eğlenerek yapabileceğiniz bir meslek önünüzde duruyor: Blog yazmak.

Ama iş olsun diye değil elbette..

Çünkü bu davetleri La Paragas sayesinde almamıza sebep olan izleyici sayımızın çokluğu değil. "Blogu'nu Yukarılara Taşımak İsteyenlere,Bir Deneyim Üzerinden İki Çift Laf..." başlıklı yazıda bahsettiğimiz nedenler.


5 Şubat 2013 Salı

Anna Karenina Üzerine Kısa... Kısa...

Kitabı okumamış ve hiçbir Anna Karenina filmini izlememiş biri olarak "yeni nesil" filmi aklıma yazmıştım.

Filmi beklerken oluşturduğum algı ise kendini şu cümlelerle ifade etmişti: Fragman epey fikir verdi bana ve yazımın ana temasını belirledi. Okumadığım ama algımda oluşturduğu bir hikayesi ve gücü olan roman ile filmin dozunun tutmadığının sanırım altını çizeceğim. Belki filmi romandan bağımsız bir gözle  biraz da öveceğim, ki kitabı okumamış biri olarak bunu kolaylıkla yapabilirim. Övebileceğim hatta çok hoşuma gidecek özellikleri de var gibi geldi filmin. İki yönlü bir yazı olacak sanki.
"Kitaplar, insanların hayal gücü ya da imgelem dünyasının zenginliği ile örülür. Doğal olarak görsellik hayal gücünü hapseder. Bir kitabın öznel hayal gücüne dayalı olarak farklı algılara açıldığı düşünüldüğünde yönetmenin hayal gücüne hapsolmuş bir film her zaman risklidir."

Benim birinci riskim okumadığım bir roman olmasına rağmen yaşam içinde oluşturduğum, tümüyle bana özgü  Anna Karenina profiliydi. İkincisi ise filmle ilgilendiğim evreden beri kafamdaki Anna için Sophie Marceau oyunculuğu üzerinden bir kadın şekillendirmişken Keira Knightley'nin bu güçlü kadın karakterin üstesinden gelip gelemeyeceği idi.

Filmin ilk bir kaç karesinin ardından, çok beğendiğim yönetmen Joe Wright'ın sinema dilinin, kitabı yorumlama biçiminin ve deneysel tavrının kitabın klasik yapısından tümüyle uzak olduğunu ve kitabın okurları tarafından bu halin hiç de hoş karşılanmayacağını düşündüm.

"Keşke yaşasaydım yerine iyi ki yaşamışım"  felsefesi üzerine oturttuğum filmi genel olarak çok beğendim, romanı okumamış olmam belki de bir avantajdı.

Keira'dan Anna olmuştu. Marceau'lı filmi izlesem muhtemelen onu öne çıkarırdım, ancak ilk kez Anna canlandırması izlemiş biri olarak kaygılarımı gideren bir performansa tanık oldum. Bu olmamış, demedim.

Film bana hikayeyi, sosyal çevresi ve dönemin sorunlarıyla birlikte -hem de- vurucu bir şekilde anlattı. Duyguları geçirdi.

Yönetmeni zaten seviyordum. Bana göre görsel manada da  çok iyi iş çıkarmış, böylesine güçlü bir romandan çok farklı bir dil kullanarak başarılı bir Anna Ruhu yaratmış.

Romanı okuyanlar ve bu konuda tutucu olanlar, bir film gözüyle izlemeyip de kendi imgelem dünyalarında yarattıklarını arayanlar çok eleştirebilirler.

Dün akşam izlediğim filmin tadı bende çoğalarak devam ediyor. Önemli anlar, nüanslar, bir takım simgeleri ve sesi kullanarak yaratılan vurgular bir bir gözümün önünden geçiyor.

Dario Marianelli'nin müzikleri ile muhteşem görsellik ve iyi oyunculuklar bana klip tadında, çok zevkli, ritmini asla düşürmeyen bir 129 dakika yaşattı.

Düşündüm ki ben romanı okumuş, diğer filmleri de izlemiş biri  olsam bu filmi yine de çok severdim.

Tüm bu düşüncelerde duygularımın pek de keyifli olmalarının bir rolü olabilir belki.

Bu filmi 9 ay önce izlemiş olsaydım ne düşünürdüm bilmiyorum.

Ve bunu asla bilemeyeceğim.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP