12 Temmuz 2012 Perşembe

Küçük Prens Ana Teması Üzerinden Üçüncü Gün

"Büyüklere her şeyi açıklamak gerekir zaten"


-Küçük Prens var mı?
-Küçük Prens büyüdü artık.
-Ben küçüklüğüne yetişemeyenlerdenim, bir bakayım dedim küçüklüğü nasılmış.




Son halini şöyle özetleyebilirim, ki an itibariyle başka bir konudan söz edebilmesi hatta yazdıklarının içine mesela şu anda cevaplamakta olduğu mektuptaki konulara cevap anlamında cümleler kurabilmesi de mümkün değildir. Ve hatta aslında oturup bu mektubu yazması da mümkün değildi. Ama tüm bu mümkün olmayan haller içinde konsantre olduğu iki şey vardı: Birincisi, daha henüz gün kararmaya başlamamışken ve hatta "Akşam üzeri keyifli olur be!" diyerek aklından geçirdiği Cuba Libre'yi dahi erteledi; bu şeylerden birincisi yüzünden...

Bugün tam da amcasının ciltli ilk kitaplarını- ki Altın Masallardı bunlar- aldığı köşenin çok yakınında ve benzer bir aradaki kitapçıdan zevkle satın aldığı, gün boyu ara ara açıp baktığı, kapağını okşadığı ama okuma keyfini eve sakladığı kitabı, sivrisineklere karşı kendini ilaçladıktan sonra dışarıdaki sandalyelerden birine oturup diğerini ayaklarının altına çekerek okumaya başladı.

İlk satırlardan itibaren  içine çeken kitap her sayfasıyla onu memnun kıldı. Hani bazen insan kendi davranış biçimlerini adlandıramaz da bazı kitaplardaki kahramanların ve elbette yazarın onları tasvir etmesi üzerinden olumlu ve farklı hallerini görerek "A..aa ben de böyleyim" deyip sevinir ya... henüz 35. sayfaya gelmiş ve yazmaya başladığı mektuptan ayrılıp biraz sonra kitaba dönecek olan kendini, karne verilmiş de notları hep pekiyiymiş gibi hissetti. Tabii ki öyle olduğunu biliyordu ama bu kitap tıpkı başındaki ithaf cümlelerinin benzerini ona da duyumsattı.

Elbette kitabın beşinci, onuncu, onbeşinci, yirmibeşinci, otuzbeşinci... aslında her sayfasında aklına birini de getiriyordu, hatta onunla birlikte okuyordu kitabı. Coşkuluydu, aklında kurduğu sahneler farklı, cümleleri de onlardan farklıydı: Mesela cümle şuyken ve bunu Sevgili Falancaya söyleniyormuş gibi kurmuşken... bu arada cümle şudur: "Ah şu düşünüşümün kurduğu duvarların bir kısmını yıkmış olsaydım ve içimden geleni yapabilseydim... şu an tam da kitabın şurasındayken, kesinlikle kucaklayıp şöyle bir döndürürdüm, çünkü şu anki memnuniyetimin, kitaptan aldığım keyfin, hatta yeniden okuma heyecanı hissetmemin sebebi sensin ve bunu, ancak bunu yaparak anlatabilirim. Çünkü kelimeler hissettiklerimi ifadede yetersiz kalır ve bu bana yetmez"

Aklındaki sahnelerde ise kucakladığı gibi ayaklarını yerden kesmiş ve tüm semazenlerin "Yahu biz de kendimizi bir şey sanıyorduk!" diyecekleri kadar döndürüyordu.

Muhtemelen devam edecek, inşallah yani:))

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Kısacık Bir Ara Sıcak

Sanırız en güzeli ve en keyiflisi böyle oluyor: Başka bir sebeple blogun adını yazıp arama yapınca Pamukkale Şarapları'nın Twitter hesabında bir yazımızın paylaşıldığını gördük. Sayfayı açtığımızda geçen yıl aralık ayında yazılmış Bir Yudum Luz Casal başlıklı yazının bu yılın haziran ayının altısında sayfadan paylaşıldığını fark ettik. Yazı tümüyle şaraba atfen yazılmasa da üreticinin hesabında paylaşılmaya değer bulunması sevindiriciydi. Ama daha sevindirici olan ise yazının ilk olarak firmanın önemli adlarından ve aileden Selda Tokat'ın Twitter hesabında paylaşılmış olmasıydı.

Bu doğal olarak sevinçlerimizi zıplattı ve bunu La Paragas tarihine bir not olarak düşmek de keyifli oldu.

3 Temmuz 2012 Salı

Uyandıktan Sonraki 1 saat 39 dakikası

Dün gece hissettiği üzere mutlu ve huzurlu bir uykuya teslim olmuştur. Aslında teslimiyeti sevmeyen anarşist ruhu yine de bu esaretten mutludur. O kadar mutludur ki pürüzsüz bir uyku çeker. "Pürüz" sadece yüzünde kendine mutlak yer bulan ve gece boyunca orada en hayta haliyle takılı kalan tebessümdür.

Sabah olur. Normalde o saate kadar çoktan uyanıp, bir sürü işi halledip, kahvaltıyı aradan çıkarıp, bilgisayarın başında olurken bu kez yatağın içinde ve mırıl mırıldır. Enterasan bir biçimde aklına Rüzgar adlı şarkı düşmüştür. Gülümser, çünkü şarkının sözlerini bile bir iki cümle dışında bilmiyordur. Bu arada etraftan birisi kafayı uzatır ve endişeli soruyu sorar: Hasta mısın?

Pas güzeldir ve bunu asla affetmeyecektir: Evet, hastayım!

Gün yoğun geçecektir, bir görev dağılımı yaparlar ve cenaze işi ona kalır. Telaşlanır; mutlaka kahvenin yanına bir mektup ve şarkı yetiştirmelidir.

Çamaşırları makinaya atar, hızla köpeğinin işlerini halleder, kahvaltısını hazırlar. O arada suların kesilmekte olduğunu fark eder. Makina aklına gelir, sonra boşver der ve klavyenin başına oturur.

O klavyenin başına oturduğunda neler olacağı bellidir. Az öncenin tüm telaşları kendine delik arar. Şahane gülümseme gelir, ortalık dışarıdaki baharı çıldırtacak kadar aydınlanır. Biraz durur, dışarı bakar ve yepyeni resimler çizer. Mutludur.

Aslında sabah Yankele'nin albümünü koymuştur, hatta oradan bir şarkı yollamak fikri sabittir. Sonra Leman Sam'dan dinler şarkıyı, aslında bir yandan mektubu yetiştirme, en geç 10'da evden çıkma telaşı vardır ve akşam duaya da kalacağı için geç vakte kadar dönme ihtimali yoktur. Özleyecektir. Mesele budur.

30 Haziran 2012 Cumartesi

Alakasız Bir Fotoğraf


Bilir(mi)sin... Bir levhanın izine takılıp gidersin, virajlardan dönersin; yol yeni açılmış ve toprak taş karışımıdır, bazı anlarında "Uff ya bu da ne!" deyip dönmek istersin... tekerleğin biri uçurumun kenarını sıyırarak gitmektedir, karşıdan gelene yol vermek imkansız bir çiledir.

Ama içindeki ses, merak, farkındalık inat eder, sen yürürsün...

Tüm o engebelerden, her dönülen virajın ardındaki belirsizlikten ürksen de, devam etmek acayip bir keyiftir.

Sonra bir noktaya gelirsin, bakarsın ki oradan öte yol yoktur, yürümek gerekir, arabayı bırakırsın ki dönecek bir yer de yoktur.

Tek çare, geri vitese takıp dönecek bir yer bulana kadar gitmektir.

Yürürsün, inersin, dar yollardan geçersin...

Sonra.. evet sonra, o yola çıkarken hedefinde olanı, beklediğinden daha müthiş akanı görürsün.

Manzara, hava muhteşemdir ve herkesin bildiğini sandığı ve en iyisi zannettiğinin ötesindedir.

Kimsenin gitmeye cesaret edemediği, güzelliğini bilemediği kadar muhteşemdir zaman.

Onca yukarıdan kendini bırakıp, kendi saklısında kendi çizdiği yoldan akıp giden o derin vadideki suyun sesi gibi...

Mihriban'ın Bahçesindeki ocakta bekleyen; eşsiz bir patates köftesiyle, en keçi peynirinden, en ince ve çıtırından gözlemeye ve hatta en şahanesinden reçellerle, peynirlere, zeytinlere ve hatta domatesle salatalığa eşlik edecek çay gibi.

Her bir kare fotoğrafın çekimi esnasında birbirine dokunan ten gibi...

Adı gibi...

Kocamandır.

12 Haziran 2012 Salı

Bazen Balık Donakalır

Mezelerin ardındaki sırasını beklediği süreçte bazen sofradaki keyif öylesinedir ki; balık akla geldiği her anda ötelenir. Anını bekler.

Akşamın altısından sabahın altısına uzanan sürecin sonunda balığın yenememe meselesi; "masada masaymış ha" özelinde, ruhun topyekün ve daha güzel doymasından kaynaklıdır.

Muhabbet ve müzik yemeklere eşlik ettiğinde masada ne varsa kısa sürede silinip süpürülür, ama yemek ve müzik muhabbete eşlik ediyorsa zaman akar; balık ya pişirilmeden kalır ya da fırında tavuk halini alır ki meselenin özü budur.

Mumlar biter yenileri yakılır.
 Sabah ezanı okunurken, gün en güzel renklerine bürünürken,  balık sebze yatağında çoktan uykuya dalmıştır.  Dondurucuda yerini alır.

Birinci halde masanın sohbet kısmından hatırda kalacak tadlar olmaması sebebiyle sadece yemeklere ve rakıya yumulunmuş olur. Onlarla dostluk kurulup tadları çıkarılır.
Sabahında kurulan cümle genellikle şudur : "Ne vardı o kadar yiyecek, her şeyi peşpeşe dizecek..."
"Of başım, of midem!"

İkinci halde ise her daim baki kalan hoş bir sadadır.
Üstelik denizden güneş toplanır.
Sabah yatıldığında sabah uyanılır ki  yatak yorgan çoktan uçan halı olmuştur.

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP