8 Aralık 2011 Perşembe

Bütün Oğullarım

Sonunda dersimi aldığım, afişine bayıldığım, ikinci perdenin ikinci bölümüne kadar iyi mi- kötü mü olduğu noktasında  net bir fikre varamadığım bir oyundu, Bursa Devlet Tiyatrosunun "Bütün Oğullarım"ı.

Bunun oyunun kurgulanış biçimiyle ilgili olduğunu düşündüm hep. Birinci perdenin içinde ve ikinci perdenin başlangıcında hâlâ; "sıkıldım mı, yoksa merak ettiğim şeyler var mı?" sorusunun yanıtını arıyordum. Ve bulamıyordum.

İçimdeki kişilerden biri  sürekli "Çık," diye dürterken, hayattan birazcık da olsa nasibini almış, biraz da talim terbiye görmüş  diğeri  "Otur oturduğun yerde!" deyip ayar veriyor, her isyanımda paçamdan tutup koltuğuma çakıyor, uyuklamak üzereyken de gözlerimden tuttuğu gibi sahneye fırlatıyordu.

Farklı benler arasında süre giden bu itiş kakış içinde tutunmaya çalışıyordum oyuna. Önce süresini uzun buldum, sonra dizilerde, filmlerde alttan alta müzik duymaya alışmış kulakların boş kalmasına bağladım.

Bir türlü  ritmi tutturamıyordum. Neredeyse oyunculuklara bile dil uzatacaktım. İçimdeki ukalayı sürekli çimdikliyor, yakın ara iki eleştiri  yakışmaz  diyor, bir yandan da pırıltılı cümleler kuruyordum. Arthur Miller gibi  bir büyük usta tarafından yazılmış, sağlam bir  metne sahip oyunun daha çok izleyiciyle buluşmasına  katkı verebilmek için çabalıyordum.

Üstelik oyun Behzatımın abisi (Ege Aydan ) tarafından sahneleniyordu. İşin ilginç yanı salona baktığımda sıkılan kimse de gözüme çarpmıyordu. Hatta tiyatro denince sadece komedi bekleyen  türden izleyiciler dahi yer yer kıkırdayıp, güzel  güzel  gülüyorlardı.  Salonun genelinde olumsuz bir hava yoktu. Belli ki  haddimin bildirileceği vakte daha vardı.

O an; ikinci perdenin ilk yarısında kendini göstermeye başlayıp ikinci yarısında doruğa ulaştı. Nefesler kesildi. İlk perde boyunca sarfedilen tüm cümleler, duygular, olaylar anlam kazandı. Sürekli yükselen bir heyecan, üst üste koyulan tuğlalar, hızla tamamlanan sıvalar, boyalar ortaya öyle bir yapı çıkardı ki;  yerin yedi kat altına saklanmak bile bana az geldi. Utandım.

Para, dolayısıyla kapitalizm eleştirisini son derece insani bir durum üzerinden yapan oyun;  tümüyle ideolojik bakılabilecek bir meseleyi klişelere başvurmadan, mesajlarını sloganlaştırmadan, kolaylıkla suçlu ilan edilebilecek bir kapitalisti çarmıha germeden anlatmayı beceriyor. Paranın amaç olduğu bir halde insanların başına neler getirebileceğini  tümüyle insani bir gerçeklikle ve oyunculukların tavan yaptığı dramatik bir finalle anlatıyor.

Üzerinden iki gün geçmiş olmasına rağmen hâlâ oyunun damağında bıraktığı lezzetle dolaşan, karakterleri üzerine düşünen, öykünün bütününü fark eden, irdeleyen ve an itibariyle suçlu suçlu dolaşan ben gibileri de utançtan yerin dibine gömmeyi başarıyor. Daha ne olsun!

6 Aralık 2011 Salı

Satranç

New York'tan Buenos Aires'e Atlas Okyanusu boyunca yol almakta olan bir gemi... Bu geminin içinde birbirlerinden çok farklı yaşanmışlıklara sahip insanlar... Hepsini ortak bir noktada buluşturansa dünyanın en eski ve en nev-i şahsına münhasır oyunlarından birisi: “Satranç”.

Bir tarafta bu pratikteki başarısı dünyaca tasdiklenmiş; bu işi yapmaktaki amacı popülaritesinin tadını çıkarmak ve kesesini doldurmaktan başka bir şey olmayan zamanın Dünya Satranç Şampiyonu Mirko Czentovic, diğer tarafta Avusturyalı asil bir aileden gelmesine karşın SS subaylarının hışmına uğrayıp önce işini, sonra da aklını kaybetme noktasına gelmiş Doktor. B. Satranç onun için sadece bir oyun değil. Aylarca hapis hayatı yaşadığı bir otel odasında, hayatının en zor günlerinde onu bunalımdan kurtaran bir arkadaş, bir mucize.

Bir tanesi ahlaki ve kültürel açıdan bomboş, iki kelimeyi bir araya getiremeyen, defolarını örtmek için insanlardan kaçan “önemli” bir adam. Dünyada iyi bildiği tek şey Satranç. Diğeriyse hayatı büyük mücadelelerle geçmiş, dürüst, çalışkan yani “önemsiz” bir adam. Bildiği şeyler arasında belki de en önemsizi Satranç.

Bu iki adam, şampiyonumuzun büyük lütfu sonucu sıradan insanlarla (tabi ki yüklü bir meblağ karşılığı) geminin sigara odasında birkaç el satranç oynamayı kabul etmesi sonucu tesadüfi bir şekilde karşı karşıya gelir. Dr. B. Czentovic'i kafasında defalarca yener; ancak bu işi tıpkı hapis hayatındayken bir nebze vakit geçirebilmek amacıyla zihninden kendine karşı oynadığı oyunlardaki gibi o kadar abartırki, satranç tahtasının o anki gerçekliğinden uzaklaşır. Sonuçta da Kaybedenler Kulübü'nün üyelerinden biri haline gelir.

Zweig, yalnızca 70 sayfada o kadar çok şey anlatmış ki, hayata dair çıkarılacak o kadar çok şey var ki afallamamanız imkansız. Kıssadan hisseyi Zweig'ın yaşadıkları açısından anlamak isterseniz, 2. Dünya Savaşı'nın yıkıcı atmosferini gözünüzün önüne getirebilir, bir köşeye kazanmakta olan cani, insanlıktan nasibini almamış Nazi terörürünü; diğer tarafa ise bu terörle, hepsinden önemlisi terör ortamı yüzünden kendi değerleriyle bile mücadele etmek zorunda kalmış insanları koyabilirsiniz.

“Yok ben genel bir çıkarım yapacağım” derseniz; benim yaptığım gibi güncelden yola çıkabilir, mavi köşeye bağırıp çağırmaktan başka işlevi olmayan, kendini popüler etme derdindeki adamları(kadınları); kırmızı köşeye ise onlara sayısız ayar vermelerine rağmen, fazla bağırıp çağırmadıkları için halk arasında onlar kadar popüler olamayan vakur, görmüş geçirmiş değerli abilerimizi, ablalarımızı yerleştirebilirsiniz.

Şu da bir çözümdür: Önce bir tanıdığınız Facebook profilini, daha sonra ise gerçek hayattaki profilini gözünüzün önüne getirin. İkisi ne kadar örtüşüyorsa Dr. B odur!

Okan Bayülgen'in hep dediği gibi: “Hayat sokaklarda” aslında. Ve ayrıca Satranç gibi modası hiç geçmeyecek değerli kitaplarda sanırım...

5 Aralık 2011 Pazartesi

Babamın Ağaçları



Uzun yıllar altlarında oturup denizi dinlediğimiz bizim ağaçların bir kısmı, yaşadığımız yerde yapılan imar uygulamasının ardından ortada kalmışlardı. Yaklaşık 5 dönemdir görev yapan iki farklı partiden iki -büyükşehir- belediye başkanı, önceki başkanların unuttuğu ve betona gömdüğü şehiri ne güzel ki yeniden yeşille buluşturdular. Ve ne güzel ki birinin başlattığı projeyi diğeri aynı özenle devam ettiriyor. Yüzölçümüne oranladığınızda ülkenin yürünebilir en uzun sahillerinden birine sahip artık Samsun. Şehrin bir ucundan diğer ucuna - liman dışında- deniz kenarından gidebilmeye olanak yaratan son derece keyifli ve yaklaşık 25.km.lik bir sahil bandı var.

Projenin bu kış başlanan, muhtemelen önümüzdeki yaz sona erecek ikinci bölümü süresince   -yol ortasında kalacak olsalar dahi- çok mecbur kalmadıkça hiç bir ağacı  kesmediler. Var olanları mümkün olduğunca koruyup üzerine fazlaca da ek yaptılar.

Uzun yıllar önce bizimkiler tarafından kendi bahçemizin dip kısmına küçük fidanlar olarak dikilen bu ağaçlar; bir semaverin sıcağında keyif yapacak, bir koşunun arasında soluklanacak, gölgesindeki bir bankta kitaplarını okuyacak insanların artık.

Aslında kızkardeşin parlak bir fikri de var: ağaçların olduğu yere, bankların hemen yanına içinde dergi ve kitapların olduğu bir dolap koymak... Bir "kitap hayratı" yani. "Muslukları çalanlar kitapları da çalarlar mı acaba?"

Yaz ola hayrola!

4 Aralık 2011 Pazar

Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu


Birisi size 24 saatten biraz fazla bir süre içinde somut, elle tutulur, bildiğiniz, gördüğünüz, yaşadığınız bu dünyadan bilmediğiniz bambaşka bir boyuta göç edeceğinizi söylese ve bu sizinle doğrudan hiçbir alakası olmayan saçmasapan bir nedenden ötürü gerçekleşecek olsa ne yapardınız?

A) ”Dalga mı geçiyorsun?” “Kafan iyi galiba?” benzeri tepkiler verir, inanmazdınız.

B) Tüm sevdiklerinizi bir araya toplar, bir veda konuşması hazırlar ve duygu seli içinde hepsiyle tek tek vedalaşırdınız.

C) Hayatta yapmayı çok istediğiniz; ancak fırsatınız olmadığı için yapamadığınız bir dizi ekstrem işi yapmaya çalışırdınız.

D) Yapacak hiçbir doğru dürüst iş bulamaz, olayı olduğu gibi kabullenip şehrin ortasındaki bir parkın çimenliğine gündüz vakti uzanıp güneşin tadını çıkarırken birkaç bira fondipleyerek usul usul sizin için “Dünya'nın Sonu”nun gelmesini beklerdiniz.

Daha önce hiç Murakami okumadıysanız, size muhtemelen garip gelecektir; ancak ben tek başına, monoton bir hayat süren ve belki de sevdiği tek şey ironik biçimde başına büyük belalar açacak mesleği olan kahramanımızın D şıkkını tercih etmesini hiç yadırgamadım.

Uzun süredir, okumuş olduğum bu kitapla ilgili değerlendirme yazısı yazmak niyetindeydim. Tembelliğimi gideren kıvılcım, İdefix'te dolaşırken onu Sabit Fikir'in hazırlamış olduğu 2011'in En İyi 100 Kitabı listesinde 8. sırada görmem oldu. Gerçi kitap bu yıl yazılmış değil, orijinal baskısı Japonya'da 1985'te yapılmış. Doğan Kitap'tan Türkçe çevirisi ise ancak bu yıl çıktığı için sıralamaya dahil.

Bu Murakami külliyatının okuduğum 5. kitabı oldu. Esprili deyimle 500 küsür sayfalık bir “tuğla” daha benim için. Diğer romanlarında da olduğu gibi somut ve soyut ögeler yine birbirine karışıyor. Bir sıralama yaparsak Sahilde Kafka ve Zemberekkuşu'nun Güncesi'nin ardından benim Murakami TOP 5'imde 3. sıraya girer.

Kahramanımız yine orta yaşlarda bir erkek. Yine hayata dair yüreğinde birşeyleri kaybetmiş, geleceğe dair hırsları ve aşırı istekleri olmayan mütevazi bir Japon. Hatta o kadar mütevazi ki; 24 saat sonunda yolunu tutacağı -bilinçaltında farkında olmadan oluşturduğu- yer sakin, huzurlu ve emeğin yalnızca eylemin kendisinin verdiği haz için harcandığı, ormanından, ırmağına, kütüphanesinden , hayvanlarına hiçbir şeyin eksik ama aşırı da olmadığı, kendi kendine yeterli ütopik bir dünya.

Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir demiş ya birisi, bu roman biraz da onun örneklerini sunuyor. Bilgisayar programcılığıyla uğraşan, bir takım zihin zorlayıcı hesaplar yapmakla hayatını kazanan adamımızın tek isteği emekli olup, Eski Yunanca ve bir enstrüman çalmayı öğrenip sakin bir hayat sürmek. Kendi üzerinde bir takım garip deneyler yapıldığını ve insanlık için çok önemli sonuçlar doğuracak bir projenin en kilit parçası olduğunu nereden bilebilirdi ki? Tıpkı şehrin en büyük stadyumunun altında, kanalizasyonların ve metro tünellerinin içinde dolaşan, bulabildikleri her türlü pislikle ve buralara yaklaşan insanlarla beslenen "karanlık karası" denen mahlukatların kocaman bir yuvası olduğunu önceden bilmediği gibi.

Bu da benim Murakami ve Doğan Kitap'a yaptığım tanıtım sloganı kıyağı olsun. Arka kapaktaki tanıtım yazısını pek beğenmedim çünkü: “Bazen 24 saat içinde bile tüm hayatınız allak bullak olabilir ve bu koşuşturmacalarla geçen 24 saat içinde bile daha önce farketmediğiniz, bilmediğiniz birçok şeyi tecrübe edebilirsiniz. İnanmazsanız 'Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu'nu okuyun.”

1 Aralık 2011 Perşembe

Samsun Balıkçısı

 *Bu mekân artık yok.

Şehrin pek çok mekânında yemek yediğimiz gibi sıklıkla balıkçılarına da gideriz. Bir çoğu tanıdığımız insanlara ait olan bu mekânların kimi emek verilmiş dekoru, mezelerinin çeşitliliği, bulunduğu konum, denize yakınlığı ile göz alırken; bunların içinden bazılarını da sundukları lezzet açısından öne çıkarırız. Damak tadı yerinde ve mutfağı lezzetli bir aile olduğumuzun altını çizerken bunun büyüklerimizden gelen bir özellik olduğunu da vurgulamak isterim. Gittiğimiz her balık lokantasında çeşit çeşit ürünün tadına bakarken kimini beğenir, kiminde kendimizce eksiklikler buluruz. Konunun buralara geldiği her gecede de şehrin balık lokantası özelliğine en haiz mekânının Samsun Balık Restoran olduğunda karar kılarız.


Balıkla yapılmış içli köfteden pastırmasına, börülcesinden ahtapot salatasına kadar oldukça geniş bir yelpazede mezeler sunan pek çok lokanta vardır şehirde. Ama ana yemek balık olduğunda ve bir balık gecesinde her şey ona odaklanmışken, tam o noktada hayal kırıklığına uğramak hiç hoş olmaz. Çoğu yerde yemeğin ardından likörlerimizi içerken, en küçüğümüzden en büyüğümüze her birimiz birer Vedat Milor olur ve başlarız esprilerle süslenmiş eleştirilere.


Çok paralar harcanarak yapılmış, hem konumları hem de dekorları ile parmak ısırtan, meze listeleri ile göz dolduran mekânlarda bile finaldeki sözümüz: en iyinin burası olduğudur. Bir de adını balık lokantası koyup da bir katını ete, bir katını pideye, bir katını da deniz ürünlerine ayırmış yerlerden pek haz etmeyiz. Bizim için en önemli şey gittiğimiz mekândan aldığımız sıcaklık, lezzet ve mekânın işine duyduğu aşktır.


Buranın kendini kasmayan dekorlarını, meyhane tadındaki havasını, bembeyaz tabaklarını, beyaz örtülerini, çalan müziğini ve tam da bir balık lokantasında olması gerektiği gibi balığı öne çıkarışını severiz. Mezeleri, salataları asla sizi yormayacak, kafanızı ve midenizi karıştırmayacak ve bir balık akşamına yakışacak türden sade bir çeşitliliğe sahiptir.


Lokantaya balık tezgahlarının yanından geçip merdivenlerden çıkarak ulaşırsınız, hatta önce durup tezgahtan balıklarınızı seçebilirsiniz. Farklı renklerle döşenmiş üç bölümlü mekânın leylak renkli bölümünün cam önündeki masasıdır bizim yerimiz. Lokantanın ayrım gözeten genel tavrı olmamasına rağmen - maç yayını olan akşamlarda- leylak renkli bölümü ailelerin, yalnız kadınların, kadınlı erkekli maç izlemeyecek grupların kullanması gibi bir teamülü vardır.


Her türden balığın mevsiminde ve taze olarak bulunabildiği bu mekânda geçen akşam hamside karar kılmıştık. Havaların kış tadında soğuması hamsinin erkenden yağlanmasına olanak sağladığından an itibariyle lezzeti de dorukta! Izgaraya şöyle bir değdirilip de gelen hamsiler hepimizden tam not alırken, tavaları da tam olması gerektiği gibiydi.


Beyaz peynir, salata, kalamar, turşu kavurması ve mısır ekmeği ile donattığımız, karides güveçte kararsız kaldığımız akşamı meyva, kabak tatlısı, kahve ve likör ile sonlandırırken, lezzetli balıklarının yanı sıra en iyi likör kadehine sahip balıkçı ilan ettik burayı.


Temiz masaları, beyaz peçeteleri, pırıl pırıl tabak ve bardaklarıyla eski zamanların lokantalarını anımsatan, meyhane tadındaki Samsun Balık Restoran; eksiksiz bir samimiyetle hizmet veren garsonları, sohbete olanak yaratan sakin ortamı, rakıya pek de yakışan müziği ile göz dolduruyor. Zaman zaman evdeki yemek akşamlarımız için, -pişirmek dışında elimizi vurmadığımız- son derece lezzetli somon tepsileri hazırlattığımız, iyi bir ıstakoz ya da yengeç ele geçirdiğimizde yanımızda götürüp pişirttiğimiz bu mekânı, oy birliği ile en sevdiğimiz balık lokantası seçtik. Olur da yolunuz Samsun'a düşerse, ya da buralarda bir yerde yaşıyorsanız, oradaydım demek gibi bir takıntınız yokta lezzetin peşinden koşan biriyseniz; Cumhuriyet Meydanından Saathane Meydanına giderken, Bankalar Caddesi üzerindeki Finansbank'la komşu olan bu şirin mekanı es geçmeyin. Günün her saatinde bulabileceğiniz balık çorbası da şiddetle tavsiye edilir.



İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP