5 Ağustos 2011 Cuma

Final Cut


"Bazen biletler sizi yalnızca bir yerlere ulaştırmaz, yeni insanlarla tanışmanızı sağlayıp kaderinize yön verir. Bazense vedalaşmanın bir aracıdır." "Erasmus öğrencilerinin hayatları kelebekler gibidir" demişti birgün Erasmuslardan bir tanesi. "Ama bu hiçbir şey yaşamadıkları anlamına gelmez!" Eve döndüğümde, Polonya'ya ayağımı basmadan önceki günün bana çok uzak göründüğünü farketmiştim. Halbuki bu aralık topu topu 5.5 aydı. Bana hissettirdiği ise unuttuğum anılar hariç 5.5 yıl! Erasmus'ta 1 gün bile çok uzun bir süre.. O "1" günün içinde bile sizi hayat boyu idare edebilecek büyüklükte bir anılar yumağı oluşturabilirsiniz. İşte bu şanslı hikayelerden birisi, benim çok yakınımdaki Erasmuslardan birine ait. Onun özel izniyle yayında:  

"Veda"dan yaklaşık 2.5 ay önce: İki günlüğüne Türkiye'den Berlin'e tatil için gelen ailenin yanına gidip hasret giderip vedalaştıktan sonra, Olsztyn'e dönüş için Berlin Garı'ndan bir bilet alınır. Bilet Polonya'nın kuzeyinde, Alman sınırında önemli bir kent olan Szczecin aktarmalıdır. Ancak birşey unutulmuştur: Mart ayının son haftasındaki, artık hepimizin ezberlediği klasikleşen işlem yapılmamış, kol saati 1 saat ileri alınmamıştır. Bu durumun bedeli ağır olur ve tren kaçar. Umutlar, Olsztyn'e en yakın bir diğer bağlantı noktası olan Kutno trenine kalır. Aksilikler bununla bitmeyecektir. Lehçenin zorluğunun yanına bir anlık dalgınlık ve tereddüt eklenince daha Kutno'ya varmamışken Konin'de inilir. Yapılan hatanın farkına geç varılması yüzünden giden trenin ardından bir süre çaresizce bakıldıktan sonra oluşan karamsarlık bulutları, yardımsever Polonyalılar sayesinde dağılır. Bir sonraki Kutno treni için bir bilet bulunur ve herşey orada başlar. Bir sonraki istasyon Kolo'dur. İşte burada trene "o" biner.

"O" hayatta nadiren bulunandır. Aradığınızda elde edemeyeceğiniz, yalnızca kaderin karşınıza kendiliğinden çıkarabileceğidir. Saatler ileri alınmasa, tren kaçmasa, yanlış istasyonda inilmese "o"nunla karşılaşamazsınız! "Tekrar hata yapmamak için yanımda oturanlara Kutno'ya ne zaman varacağımızı sordum; ancak içlerinde İngilizce bilen yoktu. Kolo diye bir yerde trene "o" bindi, karşı çaprazıma oturdu. Yardımıma yetişen de "o" oldu. "Ben de orada ineceğim, beraber ineriz" dedi. Böylece tanıştık."

 Polonyalı genç kızlar, yabancı akranlarıyla tanışırken ilk başta çekingen davranabilir. Bu durum "o"nun karşılaşıp iletişime geçtiği yeryüzündeki ilk yabancıysanız daha da zor bir hal alır. Ancak tren yolculuğu bu kilidi kırmak için yeterli bir süredir ve arkadaşlık böylece başlar.  

Ara Olaylar: Okuduğu kent olan Torun'a davet, birlikte yapılan şehir turu: Şehrin altı üstüne getirilir, tarihi yerler, barlar, sokaklar, caddeler el-ele, kol-kola karış karış gezilir. Final bir gece kulübünde sabaha kadar dans ederek yapılır, ardından bir arkadaşın evinde birlikte uyumanın keyfi..  

Sonuç: Hayatınızda o güne kadar geçirdiğiniz en mutlu anlar ve kaçınılmaz olarak "bağlılık"..  

Rövanş Olsztyn'de: Göl kenarı, iskele, orman, bira, arkadaşlar. Birlikte verilen eğlenceli pozlar, şaklabanlık. "O" yeni yabancılarla tanışır. Tedirginlik.. Öğrenilen Türkçe kelimeler, Türkçe bir küfrü onun ağzından duymanın mazoşist keyfi. Barın aksi gibi 2'de kapanması. Halbuki Torun'da 5'e kadar eğlenilmişti. Memnuniyetsizlik. "O" dansa devam etmek ister: "Benim sınavlarım bitti. Dans etmek istiyorum, Kruwa!" (Polonyalı bir genç kız, eğer uygun ortam varsa 8-10 saat boyunca hiç durmadan dans edebilir. Bu birçok kez denenmiştir.) Olsztyn'den yolculadıktan birkaç gün sonra "O"nsuz gidilen bir konser. Yapılan bir anlık hata, eski sevgili ve Facebook'un azizliği... Herşey berbat oldu!

Veda'dan iki gün önce ani bir kararla sabahın köründe trene atlanıp, günü birlik "o"nun yaşadığı kasabaya, herşeyin başladığı yerlerden biri olan Kolo'ya gidildi. Halbuki "Gelme" demişti. Yine de bir umut gidildi. Tren garında her zamanki sıcakkanlılığı sayesinde "idare eder" bir karşılama oldu, ancak bir soğukluk hissediliyor. Birlikte geçirilen çok kısa bir zaman.

Polonyalılar planlı-programlı insanlar; eğer "gelme" derlerse bu gerçekten işleri olduğu içindir. Sebep belki de budur. "Olsun abi Polonya'yı anlamama yardımcı oldu bu gezi. Adamların 20.000 nüfuslu kasabasında bile alışveriş merkezi var, pub var! Burada her yerleşim yerinin kendi ekonomisi var, büyük kentlere yığılma yok." Avuntu.. Pardon ama çok safsın, sen oraya alışveriş merkezi için değil "o"nun için gitmiştin! Üniversite 1. sınıf öğrencisi, kızıl saçlı, tatlı suratlı, iyi niyetli, neşeli, gelecekte muhtemelen çok başarılı bir pedagog olacak o kız için! "Bu hikaye böyle bitmemeli. Poznan'da son kez buluşacağız. Fazla vaktim olmayacak. Yani tam bir Final Cut!"

 Final Cut: Sabahladık. Önceki gece İtalyan arkadaşlarla Old Town'ın güzel bir barında yapılan Martini'li vedalaşmanın etkisi hala sürüyor. Martini veda için iyi bir tercih.

Yine trendeyiz: Sabah 07.18 Olsztyn Zachodnia-Poznan Glowny. Regionalne, yani kompartımansız hızlı tren. Saat 12.40'ta Poznan-Berlin treni, 16.30'da Berlin-İstanbul uçağı var. "O"nu son kez görmek için 1 saat bile vakti olmayabilir. Atılan mesaj: "Saat 12'de saat kulesinin önünde buluşalım". İyi de sen 12'de oraya varıp varamayacağını, herşeyden geçtim Old Town'ın yerini bile bilmiyorsun ki! Herşeyden geçtim, Berlin treni kaçarsa, uçak; uçak kaçarsa, uzun bir süreliğine tekrar Avrupa topraklarına ayak basma şansı kaçabilir! Vizen doldu çünkü.

Tren'de uyuma şansı yok. Hem kompartımansız trenin dezavantajı, hem de sürekli bağırıp çağıran, Poznan'a öğretmenleriyle birlikte geziye giden ortaokullu talebelerle aynı vagondayız. 11'30 Poznan Garı. Herşey için son 1 saat.. Old Town'a nasıl gideceğiz? Hemen tren garının önünden kalkan bir otobüsle. Otobüste oturan alımlı bir kadın bize çatpat İngilizcesi'yle yardımcı oldu. Şansa otobüs 5 dk içinde kalkacak. İnşallah Old Town çok uzakta değildir. Kadın bu durakta inmemizi söyledi. Görünürde saat kulesi falan yok! Old Town ne tarafta? Yardımcı olan genç bir kız. Bavullarla koşmak zorundayız. Saat 11.45.. 7-8 dakikalık bir yürüyüşün ardından Saat Kulesi'nin önü. Buluşmaya ve hergün olduğu gibi saat 12'yi vurduğunda inatlaşmaya başlayan keçilere 5 dakika var. Çiçek! Çiçek unutuldu! Çiçeğin anlamı Polonyalı bir kadın için, tıpkı olması gerektiği gibi derindir. Hayatında hiç çiçek almamış birbirinden güzel kızlar olduğunu düşünürsek, gerçekten önemli bir hediye.

Saat 12.00: Çiçek tamam, keçiler hazır ve "o" geldi. Yorgun ve mahcup. Artık romantizmin son saniyeleri. Yarım saat sonra herşey bitecek. İnsan 1 gün içinde boyut değiştirebileceğine inanamıyor. Şimdi "o"nunla Poznan'ın göbeğinde romantik anlar yaşıyorsun. Yarınsa bu saatlerde aylardır uyumadığın kendi yatağında "o"nu düşünmekten yine uyuyamayacaksın. Şimdilik bunun bir önemi yok. Hayatın tadını çıkarmaya bak.



 Keçilerin şovu bitti. Şimdi gara dönme zamanı, Berlin trenine yalnızca yarım saat var. Binilen yanlış bir otobüs. Tramway destekli bir yolculuk. Takıldığımız kırmızı ışıklar. Geçsek ceza yeme ihtimalimiz var ve böyle birşey olursa çok daha fazla vakit kaybederiz. "Bavulları bize bırak, koş git biletini al!" Bavullarla 2 nolu peronun önündeyiz. Varşova'dan kalkan Berlin Express göründü. Tam o sırada sevinç çığlıklarıyla biletini sallayarak bize doğru koşmaya başladı. Ayarlasak böyle bir zamanlama olmaz. Alfabelerin önemi yok, hep birlikte çekilen derin bir "ohh". Trene binerken son kez kucaklaşıldı ve son öpücük. Herşey ayarlanmış gibi, trenle başlayıp trenle bitiyor. Tren'in ardından "o"nun gözlerinden ellerindeki çiçeklere süzülen yaşlar. Güneş gözlüklerimi çıkarıp, ona taktım. İlginç. Normalde güneş gözlüğümü pek kullanmam. Ama nasılsa herşey önceden ayarlanmıştı!

*Müzik: The Final Cut- Pink Floyd

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Kilitlenmek

"Sen yanlış hiçbir şey yapmadın. Belki benim davranışım biraz garipti. Ama Erasmus öğrencileri çok kısa süreliğine buradalar ve eninde sonunda vedalaşmak zorundayız. Bu yüzden tedirgin davrandım."

"O"nun ve benim adımın yanyana bu köprülerden birinin üzerinde yer almamasını açıklayan cümlelerden biri bu. Köprüler diyorum; çünkü bu yalnızca fotoğrafları çektiğim yer olan Olsztyn'e özgü bir durum değil. Polonya ve diğer Avrupa ülkelerinin çoğunda sevgililer ilişkiye başladıklarında, yani tenlerden daha önemlisi kalpler ve fikirler birbirine değdiği zaman isimlerini bir kilidin üzerine yazıp, tarih atarak kilitlerini köprünün korkuluğuna takıyorlar. Bu çok ciddi bir anlam taşıyor, öyle 1-2 günlük tanışıklıktan sonra hemen kilit takılmaz çünkü. Muhtemelen kilitten önce en az 5-6 aylık bir flört durumu var. Bu da aşkın belgeli hali. Duygular ölmeye başladığındaysa kilit önce kalpten sonra korkuluktan sökülüyor.

Agnieszka ve Kasper 1960 , Wojtek ve Beata 2011, Marta ve Filip 2006..

İlk çift belki çoktan öldü, ama kilit sökülmemiş. Demek ki birbirlerini hep sevmişler.

İkinci çift yola yeni çıkmış. Umarım Wojtek çok sarhoş olduğu akşamlardan birinde Beata'yı üzecek birşey yapmaz, ona sadık kalır.

Marta ve Filip şu ana kadar büyük ihtimalle evlenmiş olabilir.

Bense şimdi buradayım, "o" ise seneye İtalya'ya Erasmus'a gidecek. Rahat mı olmalıyım bilemiyorum, nasılsa Erasmus öğrencisi olarak çok kısa süreliğine orada olacak!

26 Temmuz 2011 Salı

Aydın ve Işıltılı Bir Gün

Rutin işleri halledip elime kitabı almış ve epey ilerlemiştim. Vakitse günün en kavurucu sıcağını iki saat kadar geçmişti. Bir anda soğuk çay ve Eti Finger ile akşam beşten sonra dışarı masada oturup kitap okumanın güzel olacağını düşündüm. Aslında düşünmedim, o ânı kısa süreliğine olsa da tüm kokularıyla yaşadım.

Sonra kendimi Kalkan benzeri bir yerde, beyaz badanalı kerpiçten bir evin bir odasında yatağa uzanmış, açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perdenin ayağıma değdiği bir esnada kitap okurken gördüm. Tatil alışkanlığı bir yere bağlanıp kalmak olmayan kendimi orada, ya da benzer bir yerde, başka hiç bir yere kıpırdamadan sadece kitap okuyan, akşam üstü bir iki adımlık bir mesafede gidip içki içen, ay ışığını seyreden, sonra dönüp yatan biri olarak hayal ettim. İşin garibi bu durumu sevdim.

Aslında altı ya da yedi yıl önce bir gün, karşıdan gelen "Seni şu an yan odada çalışma masasında yazarken ve ben elimde kahvemle seni izlerken," diye başlayan cümlelerin çizdiği resimle eşledim. Sonra yaşadığım anlara başka sahneler de kattım. Mesela o beyaz badanalı kerpiç evde açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perde ayağıma değdiği esnada, aynı evin bir nefes uzaktaki diğer odasında sere serpe uzanmış, kitabını okuyan kadını hayal ettim. Neden aynı anda aynı odada ve aynı yatakta kitap okunmasını değil de ayrı odalarda olunmasını tercih ettiğime kıkırdadım. İşin açığı ben açık camdan esen rüzgârla hareketlenen tül perde tenime değdiği esnada, yan odadaki kadının sessizce geldiğini, iki elimle bir insan kafasının geçebileceği kadar yukarıda tuttuğum kitapla kollarımın arasından kafasını uzattığını, bütünüyle kitaba yoğunlaşmış dikkatimi dağıttığını hissetim. Aslında o anda, ne kadının ağırlığı bedenimde, ne de muzırca gülümseyen nefesi nefesimdeydi. Bu ânı sadece ve tümüyle elimdeki kitaptan bağımsız olarak hayal ettim. Tüm bu hayal anlarının beni heyecanlandırmadığını, zaten bir kaç düğmesi çözülmüş elbisesinin üst aralığından görünen bedenini fark etmediğimi tam da metnin burasına yazmam ise külliyetli bir yalan olur.

Kitabı göğsüme bırakıp ama hâlâ iki elimle tutmaya devam ederek bu hayal üzerine biraz daha düşündüm, derinliğinden bağımsız olarak... Bu ânı kimin eli kimin neresinde, kimin bacağı kimin bacağında belli olmayan bir sabaha kadar götürdüm. Buradan bir çıkarım yaptım: son durağın hangi oda olduğunu bilmeden, çok sayıdalık düzeyine varacak bir sıklık içermeden, uzun aralıklar bırakılarak ve zamansızca sürmeliydi bu turlar. Bu anlardan uyanmam uzun sürmedi, çalan telefon üzerine. Araya giren işler beni yıldırmadı ve kaldığım yerden devam ettim, tabii ki.

Tüm bu hayal anlarının çıkış noktasını bir eylemle hayata geçirdim. Önce BİM'e gittim; O da ne, Eti Finger yok! "Olsun," dedim, "Onu başka yerden alırım." Hevesle soğuk çayların olduğu reyona geldim. Geldiğim yerde Lipton'lar bana göz kırpıyorlardı. Gözlerimi ovuşturdum, değişen bir şey olmadı. Etikette Teatone 0.55 TL yazıyordu ama rafta gördüklerim Lipton'du. Acaba Lipton kılığına girmiş Teatone olabilir mi bunlar diye görevliye fiyatlarını sordum. Aldığım cevap bunların gerçek birer Lipton olduğunu anlamama yetti. Hayallerim an itibariyle iki sıfır mağluptu. Yılmadım.

Dışarı çıktığımda Carrefour mu Atamark mı ikileminde tercihimi, ikinciden yana kullandım. Eti Finger'ların yanına bir de Egzotik Meyveli Biscolata ekledim ve bir karton kutu Lipton Limon Aramolı Soğuk Çay aldım. Şimdi saat 17'nin ardını bekliyorum. Bu arada elimdeki kitabı göğsüme bırakarak kısa süreli de olsa kestirmişim.

Kendimi tam anlamıyla Kalkan'da sandım sanırım. Gerçi Kalkan, yazıyı bir roman havasına büründürmek maksatlı olarak, bir yazar özentisinin, o an itibariyle havaya girip, yazıyı süslemek amacıyla özellikle seçtiği bir kelime olarak eklenmişti oraya. Bundan hiç şüphe yok. Çünkü zatın bulunduğu yerin de tasvir edilen yerden eksik kalır bir yanı yok. Eksik olan; camdan esen rüzgarla hareketlenen tül perdenin ayağına değdiği anda ayrıntıları verilmeyen, yuvarlak profil boruları mavi renge boyalı, somyası dört bir kenarına yerleştirilmiş yaylara takılı sepet örgü ince ve iki santim genişliğinde saclardan oluşmuş, düz beyaz çarşaflı, beyaz nevresimli ve yatağı yün doldurulmuş ama sertleştirilmiş bir karyolaydı.

Tüm bu anlardan uzaklaşmam ikinci kez çalan telefon kadar yakındı bana. Üzerimdekilerin, yaz rehavetinden sıyrılmış kıyafetlerle yer değiştirmesi biri iki dakikamı aldı. Kapıda bekleyen arabaya oturup da olay yerine varmamsa on dakika. O on dakika beni ısrarla "Seni şu an yan odada çalışma masasında yazarken ve ben elimde kahvemle seni izlerken," diyen kadına götürdü; "Tülden ince tüyden hafif duygularımın demek ki hayatta bir karşılığı varmış" diyen, o tanımlamayı miras bırakan kadına...

Olay yerine vardığımızda işaret edilen kat beşti. Bense aynı jenerasyondan kadınların Tezer Özlü artı Sylvia Plath hayranlığı üzerine düşünüyordum. Bu kuşak ile ilgili ne zaman bir konu açılsa en büyük argümanımdı  iki yazar. Garip bir büyüsü vardı zamanın... Derin hassasiyetleri olan, yürekten seven, bu sevgiyi karşılıksızca veren, sanan, kesinlikle derin kadınlar ve her seferinde bu kadınların verdikleri karşısında kendini bir bok sanıp  şımaran erkekler... Belki de üzerine derin  araştırmalar yapılabilecek bu konuyu şu kıytırık yazının içinde, üstelik de benim gibi hayatı barut kokusu ile cesetler arasında geçmiş birinin anlatabilmesi tabii ki mümkün değil. Ama an itibariyle gitmekte olduğumuz olayın ve biraz sonra karşılaşacağımın ne olduğunu bilmek, kaçınılmaz bir biçimde düşündürtüyordu  bunları.

Merdivenlerden, telaşlı ama meraklı yüzleri hızla eksilterek çıkıp beşinci katın açık kapısına vardım. Kapıdan geçtiğimde geride bıraktığım eşiklerdeki düz, sakin, ahlakçı hayatlardan; başı dik, yürekli, kimseye eyvallahı olmayan ama o eyvallahın sahibini arayan başka bir dünyaya adım attığımı biliyordum. Tavana asılmış bir ip, tekmeyle devrilmiş bir sandalye ve ipin ucunda sallanan gencecik bir hayattı tablo.

İntihar bir eşiktir demiştim bir gün. Kesinlikle bir eşiktir ve o eşiği geçebilmek tülden ince-tüyden hafif, gerçek ve kocaman bir yürek ister, bazen... İpin ucunda sallanan gülümsemeye baktığım ilk anda olayı çözmüştüm. Olay yeri inceleme  narin yüreği usulca indirip ceset torbasına koyarken ve henüz fermuar o gülücüğü kapatmamışken, gülümsedim. Kendi ipini kendi çeken bedenin tüm kelimelerini, çoklukla tanık olduğum, benzerini sıkça gördüğüm gülümsemesinden alıp cebime koydum. Daha bir kaç gün önce, yıllar sonra bir mahkemenin hakkaniyetle ve tam da benim baktığım noktadan kusmuş olmasının sevincini yaşamıştım. O olayı ve o olayın kahramanı genç kadını hatırladım. Neden kadınların tarafında olduğuma ise güldüm; üzerine çok şey yazabilecekken... Olay yerindeki konuşmalara hiç kulak asmayarak mekânı terk ederken az önceki gülümsemesinde parlayan kelimelerinden,haklı sebepler oluşturdum.

şimdi iyiyim...durduğum,soluklandığım yer güzel...eylül 2002 den evvel birtakım sıkıntılarla başlayan süreç dağılıyor.önümde yeni,pırıl pırıl bir dönem.kendimin kendine vaat ettiklerini gerçekleştirme anı bu.salt aşk diyemem,salt şu günlerde hissettiklerim diyemem ama yaşadıklarımın uzantısında sen buluştuğum noktadasın.belki yarın ya da öbür gün olmayacaksın.kendi yollarımıza gitme arzusunda bile bunu anlaşılır,şefkatli kılan bir anlayış var ortada.her şeyi baş göz etme,en güzeli olsun,daha güzeli yaşansın arzuları günü geldiğinde ayırır bizi kimbilebilir ki??? hiç olmadığım,olamadığım ancak olmayı arzuladığım kadar dürüstüm kendime ve bize.bunun bana yaşattığı iç huzuru tarif edemem,kelimelerim eksik kalıyor.sanki ruhum doğuruyor,orgazm oluyor,sanki nirvana...ama o değil ...bunu da biliyorum...........sen şimdi yatağında gömülü,çoktan uykunun en derin anında yol alırken,ben inadına(nöbet bahane)günün en duygusal atraksiyonlu saatlerini tek başıma yaşıyorum şimdi.yanında uyumayı arzulamadığımı hissettim birden.ama sen uyurken,ruhumun koynuna senin ruhunu sokuverdim usulca.masumane ve erotizmden eser yok şimdi.cinsiyetlerimiz yok.beyninle sevişiyorum.kalbi temiz,hayatın kıçına parmak atmanın hoyratlıktan değil sakınımlı yollardan geçtiğini bilen ve hala aşkla donanan güzel erkek...seni bir lütuf olarak hissediyorum bana.ve hergün biraz daha...biraz daha...biraz daha...tam da burada seni seven kadın olarak(:)) aydın ve ışıltılı birgün diliyorum sana.............................

15 Temmuz 2011 Cuma

Vera Babanne Ben

Bazen, hiç yüz yüze gelmediğim insanlarla aramda derin bağlar kurabilirim. Bir satır yazıdaki samimiyet, herhangi bir yüzdeki anlamlı ifade bana çok şeyler anlatabilir. Ve ben, o insanları alıp hayatımın bir yerine iğneleyebilirim.

Öte yandan, yüz yüze sıklıkla geldiğimiz, uzun yıllardır tanıdığım, sohbetler ettiğim ama hayatımın herhangi bir yerine tutturmadığım insanlar da vardır.

Bir gün ağzımdan dökülen ve bana ait olduğunu sandığım, belki de bir yerlerden duyup da aklımda asılı kalmış "Ben herkesin arkadaşıyım ama herkes benim arkadaşım değil." cümlesinde anlam bulur bu hissiyatım... Bir gazete köşesinde ya da televizyon ekranında ettiği iki cümleden, o cümlede kendini gösteren hayata duruştan dolayı gönül haneme yazılmış ve bundan hiç haberleri olmayan, yollarımız herhangi bir günde bir yerde kesişmezse de olmayacak insanlarım vardır. Tıpkı Vera gibi.

Kürk Mantolu Madonna'nın onların şarkıları, benim de bir yazımın adı olması dolayısıyla grubun solisti Arel Koray'dan bir mail almamla başladı, Vera'yla tanışıklığım. O güne kadar varlıklarından haberdar olmadığım grupla o gün, aramda bir kan bağı oluştu. Onları izler olmaya başladım, taraf oldum. Bizi aynı çizgide buluşturan olgu, onların yaptıkları işe koydukları samimiyetti... edebiyatı müzik yolculuklarında önemli bir yere koymaları, dönemlerinin tanıklıklarında yer almayan değerlere sahip çıkıyor olmalarıydı... Yani bu çocuklar; emek vermeyi, bazı değerleri dışlamadan, hesap edilmiş yolları rehber etmeden, tutarlı ve inatçı bir çizgide var olmayı hedef bellemişlerdi. Müziklerini duyurmanın samimi gayreti içindeydiler. Ben de onların bu hallerini sevdim.


Henüz stereo pikaplarla, makaralı teyplerle tanışmadığımız gibi varlıklarından da haberimiz olmayan kısa pantolonlu hayatlarımızda plaklar vardı. Babam ve amcalarımın geceden sıraya girerek aldıkları lambalı Philips marka radyoya entegre edilmiş Garrant marka mono pikaptan dinlerdik aldığımız plakları... Henüz ilk Longplay'imizi almadığımız, stereo Dual pikabımızı yeni kitaplığımızın baş köşesine koyacağımız yeni ve kendimize ait evimize taşınmadığımız yıllardı.

O zamanlar, şimdilerde kapılarından sokaklara, günün popüler CD'lerinden şarkıların döküldüğü mağazalar gibi plakçı dükkanları vardı; 45'lik plakların çalındığı... En çok hoşlandığım şeydi önlerinde kalmak; bin bir emekle süslenmiş camlarındaki ve vitrin zeminlerindeki plakları incelemek...

Günlerden bir gün, mağazada çalıştığım bir yaz, babamdan önce, arabayla değil de geze geze gitmek için erkenden yola koyulduğum ve hızlı adımlarla yürüdüğüm akşam üstünde; hâlâ çok salonlu haliyle varlığını sürdüren Konak Sineması'nın karşısındaki, şu an dönerci olarak hizmet veren plakçıdan sokağa yayılan şarkı, beni yakaladığı gibi vitrine çarpmayı başardı. Vitrin camında gördüğüm plağın adıyla çalan şarkıyı senkronize ettiğim andan itibaren de, bir an öncenin telaşları paçamdan çekiştirmeye başladı.

Oradan, eski modern pazarın, şimdiki Anneler Parkı'nın hemen karşısındaki, mısır tarlalarının içinden geçilerek gidilen Kışla Sokak'taki, tarabalarını çok sevdiğim, duvar diplerindeki döşeme tahtalarından mantarlar çıkan eve koşturdum. Kapıdan dalar dalmaz babaannemi aradı gözlerim. Ben babaannenin büyük oğlundan torunuydum. Ailenin yeni kuşağının ilk çocuğu olmanın avantajlarını doya doya yaşamış olmanın yanı sıra, her daim, babaannemin "nambır van"ıydım.

Sözünü ettiğim plak, aşıklar geleneğinden gelip de türküler söyleyen, başta Çobanoğlu olmak üzere benzer sanatçıların plaklarını bir yandan dinleyip bir yandan ağlayan, üzerine bir yazıyı fazlasıyla hak eden farklı kadın babaannemin tutkunu olduğu, onun ifade edişiyle Manço'nundu... Yani parayı babaanneden koparmak için bir sürü gerekçe vardı. Sonuçta da öyle oldu. Engel, akşamın kendini hissettirmeye başlamasıydı. Oysa benim bir an öncenin telaşlarını zapt etmem, en sevdiğim heyecanımdan vazgeçmem ve olayı sonraya bırakmam da mümkün değildi.

İnsanlarının ağzından girip burnundan çıkmayı iyi beceren, bu yolda her türden duygu sömürüsüne başvurabilen ben, parayı kaptığım gibi soluğu plakçıda aldım.

Büyük bir zevkle ve özenle onu kabından çıkardım. Pikaba yerleştirdim ve babaannem şarkıyı çoook sevdi. İşin garibi, şarkı söylemeyi hiç beceremeyen benim hayatım boyunca söylemeyi başarabildiğim bir kaç şarkıdan biri oldu.

Şimdi upuzun yıllar sonra, şarkı yaşamıma yeniden ve yeni haliyle girdi. Vera, şarkıya yaptığı yeni düzenlemenin de olduğu performansıyla Babylon'da yapılan Be The Band finalinde ikinci oldu. Birgün çıkacak CD'lerinde daha iyi bir kayıttan dinleme dileği ile...





Üsteki resim Google'dan bulunmuş olup asıl kaynağı www.hafifmüzik org'dur.

12 Temmuz 2011 Salı

Şu Bilet Meselesi

Genelde Erasmus'a gideceklerin en büyük sorunu ve en endişeli oldukları konulardan biri, forumlardaki başlıklardan ve yazılardan da anlaşılacağı üzere uçak biletidir. Oysa en az telaş edilecek konu budur, eğer planlı biriyseniz tabii ki... Planlıdan kastımı şu yazıda ayrıntılı bir biçimde anlatmıştım. Kısaca özetlemem gerekirse, işlerini son dakikaya bırakmayıp da önceden düzenleyen birisi olma hali diyebilirim.

Bir Erasmus öğrencisinin ekonomik ve sorunsuz olması açısından ilk halletmesi gereken şey uçak biletidir. Sınav sonuçları açıklanıp da Erasmusa gideceğiniz kesinlik kazandığında başlamalısınız uçak bileti takibine...

Benim gözlemlediğim şöyle bir şey var: Çoğunluk, karşı okuldan gelecek kabul belgesini eline almadan uçak biletiyle ilgilenmiyor. Oysa toplam Erasmus maliyetinizi geciktikçe artıracak en önemli unsur bilettir. Ne kadar gecikirseniz maliyetiniz ve telaşınız o oranda artar. Sonra maliyeti düşürmek için aktarmalı uçuşların peşine düşmek zorunda kalırsınız. Bu da örneğin direk uçuşla 2,5 saatte ulaşabileceğiniz Varşova'ya en erken 5 hatta bazı uçuşlarda 16 saat sonra ulaşmanıza yolaçar, gecikmeler ve bagaj kaybolma riskleri de cabası... Direk Varşova'ya uçtuğunuzda, havalanından 180 nolu otobüsle tren garına 20-25 dakikada geçip, (taksi ücreti 40 zloti civarı) Polonya'nın her tarafına tren ile ulaşabilirsiniz.

Ben Polonya örneğinden yola çıkarak ve kendi tecrübem doğrultusunda anlatacağım ne yapmanız gerektiğini. Anlatacaklarım Polonya özelinde olsa da, diğer ülkelere gidecekler için de bir ölçüde yararlı olabilir. Polonya hem gerekli belgelerin sayısı hem de ülkenin Erasmus'a gösterdiği ilgi dolayısıyla vize işlemlerinin en kolay halledilebildiği ülkelerin en önde gelenlerinden biridir. Bu yüzden belgeler konusunda endişeye ve telaşa kapılmanıza gerek yoktur.

Polonya'da Erasmus yapacaksanız ve güz döneminde gidecekseniz daha okul kapanmadan ve asilliğiniz kesinleşir kesinleşmez biletin peşine düşmelisiniz; bahar döneminde gidecek olanlar da, Eylül'de okul açılır açılmaz bilet sorgulamalarına başlamalıdır. Bu süreçte yapılması gereken en önemli şey, Erasmus koordinatörünüze bir mail attırarak gidilecek okulun açılış ve kapanış tarihlerini bir an önce öğrenebilmektir.

Bu bilgiyi edindikten sonra ülkede ne kadar kalmayı planlıyorsanız, ona göre gidiş dönüş tarihleri belirleyip LOT'un sitesi ile akraba olmanız gerekir. Burada önemli bir noktanın altını çizmeliyim: THY, LOT'un operasyon ortağıdır. Bazı günler her biri farklı saatlerde ayrı ayrı uçuşları olsa da, çoğu zaman (yani tek uçuş olan günlerde) yolcularını aynı uçakta uçururlar. Daha açığı; tek uçuş olan günlerde siz biletinizi bu iki havayolunun hangisinden alırsanız alın uçacağınız aynı uçaktır. (Aynı tarihleri girerek hem THY, hem de LOT'dan bakıp, uçuş saatlerinden ve uçakların modelinden durumu anlayabilirsiniz. Örneğin ben gidiş dönüş biletimi LOT'dan almış olmama rağmen dönüş uçağım THY). Burada bir not daha verecek olursam, o da özellikle erken alımlarda LOT'da fiyatların daha ucuz olduğudur. Her ikisine de bakmakta yarar var elbette.

Bu ön bilgilerden sonra gelirsek ayrıntılara: Öncelikle gidiş tarihinizden en az 4-5 ay önce LOT'un sayfasına ziyaretlere başlayarak, gidiş ve dönüş tarihlerinizi girip ve özellikle 7 gün aralığını işaretliyerek, tıklayıp bir sonraki evreye geçiyorsunuz. Ve size toplam uçuş fiyatınızın yanısıra ucuz biletlerden kaç adet kaldığının sayısını veriyor sayfa(rezarvasyon iptallerinden dolayı bazen bitti sandığınız bilet ertesi gün olabiliyor, ama yine de eli çabuk tutmakta yarar var). Eğer sizin günlerinizdeki fiyatlar yüksek ise siz, o bir hafta aralığındaki en ucuz günlere bakarak yeni günler saptayıp maliyetinizi düşürebilirsiniz. Burada bir ayrıntı daha vermem gerekiyor ki bu da: Dönüş tarafındaki fiyatlardan en ucuzu işaretlediğinizde, gidişteki yüksek bazı fiyatların düştüğünü görecek olmanızdır. Tüm bu incelemelerinizin sonunda sizin için en uygun olan günleri ve fiyatı saptadıktan sonra isterseniz site üzerinden rezarvasyon yapıp üç gün içinde biletinizi alabilir ya da vazgeçersiniz. Burada yine kendi pratiğimden yola çıkarak size şöyle bir öneride bulunmak isterim: Sitedeki tarihleri ve fiyatları saptadıktan sonra yakınınızdaki, THY acentalığı olan ve güvendiğiniz bir turizm ofisine gitmeniz. Çünkü bu ofislerden ufak bir farkla biletinizi kredi kartınıza beş taksitle alabilme olanağınız var, ki ben ve arkadaşlarım bu yolu tercih etmiştik.

Dip not olarak şunu da belirteyim: Alacağınız bilet "Economy Saver" olduğundan iade şansınız yoktur. Eğer olur da satın aldıktan sonra tarih değiştirmek isterseniz, 50 euro ceza ile birlikte, değiştirdiğiniz tarihteki biletin varsa fiyat farkını ödersiniz. Bu yüzden tarihlerinizi net olarak belirleyin. Erken aldığınızda tek gidiş fiyatına gidiş- dönüş alabilme fırsatı olduğu için ben, gerektiğinde dönüşü yakmayı göze almıştım(Gidiş-dönüş 520TL'ye aldığım biletin sadece 22.temmuz tarihli dönüşü şu an 1.11o TL.) Şunu altını çizerek ve bir kez daha tekrar ederek tavsiye ederim: 100 tl daha ucuza gideceğim diye aktarmalı uçuşlara yönelmeyin, çünkü LOT ile 2.30 dakikada gideceğiniz Varşova'ya hem aktarma, hem de havaalanlarında uzun bekleyişler yüzünden en erken 4.5-5 saatte gidersiniz. Bagaj kaybolma risklerini de göz önüne aldığınızda değip değmeyeceğini iyice düşünün. Uzun lafın kısası benim tavsiyem gidiş tarihlerinizden 4-5 ay önce LOT'a bakın, eğer kararınızı ve tarihlerinizi kesinleştirdiyseniz biletlerinizi alın ve direk uçuşun keyfini yaşayın!

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP