1 Mart 2011 Salı

O Gün Kader miydi Yoksa İlahi Bir Adaletin Tecellisi miydi

Yazma konusunda bir tembellik sürecine girmemiş olsaydım, muhtemelen aile tarihimize not düşmek adına, çok önceden yazmış olurdum bu yazıya konu olan rastlantıyı... Bugünden baktığımda rastlantı dediğim o anı, hayatın tatlı bir ironisi olarak görüp, başka bir halin tercümesi olarak tanımlıyorum.

Bir kaç gündür kafamda şekillenmiş bir iki yazı vardı. Yürürken, iş için bir yere seyir halindeyken, yazmayı düşündüğüm konularla ilgili "maşşallah" derya gibi akan cümlelerin gazıyla tamam diyordum, yarınki yazım hazır... Zaman içinde şunu da halledim, bu da aradan çıksın diye spontan bir şekilde sıraya koyduğum ufak tefek işleri hallettikten sonraya ertelediğim yazma keyfine geldiğinde sıra, tembelliğin cazibesi aklımı başımdan alıyor, "aman sonra yazarım"ı kendime siper edip, arkasına saklanıyordum.

Fakat Necmettin Erbakan'ın ölümü, kendi tarihimize not düşmek adına, aslında daha önce yazmam gereken bir olayı gündemime oturttu ve yazmak; özellikle geçmişi ailenin yarınına taşıyacak çoluk çocuk takımı adına elzem oldu. Olur a içlerinden biri bir gün yazar olmaya karar verir. Elinde irili ufaklı malzemeleri olsun, alsın hikayelerden hikayeler kurgulasın isterim.

Bundan epey bir süre önce; kesin tarih için tembelliğim sağı solu kurcalamaya pek varmadığından, diyeyim 14-15 yıl önce, benim pek çok yazıda altını "en amcam" diye çizdiğim amcam, şu meşhur melun hastalığın karaciğerine isabet etmiş olması dolayısıyla, özellikle ikimiz açısından -uzun bir suskunluk dönemini de göz önüne alınca- birbirimize söylenmemişlerin büyük bir keyifle söylendiği, böylesine berbat bir hastalığı ve herkesin malumu sonu bekleyişi keyifli bir hale getiren ve üzerine pek de güzel bir roman yazılabilecek, yaklaşık 3 aylık, iş-güç nedeniyle ufak aralıklar verilmek zorunda kalınan nehir sohbetler sürecinin sonunda öldü. Özellikle benim için çok özel olan "en amcam"; önceliği zirai kesimlere, özellikle köylülere kaynak yaratmak olması gereken bir bankanın, gençlik yıllarında müfettişliğini, daha sonra evlenip de yerleşik düzene geçince "ülkenin orası neresi ben gitmem" demeksizin, bir çok yöresinde şube müdürlüklerini yaptı. Onun sayesinde biz de yaz tatillerimizde ülkemizin özellikle doğu ve güneydoğusundaki pek çok kentini gezme şansına sahip olduk. Son derece birikimli bir amca ile o kentlerin ücralarını gezmenin, doğru bilgilenmenin; onun özellikle kırsaldaki insanlarla kurduğu samimi dostlukların kır sofralarında oturmanın keyfini çokca yaşadık... Pek çok da maceramız oldu amca sayesinde: Mesela Kars'ta arabamızın dört lastiği bir gece bankanın kapalı garajındayken kesildi. O lastiklerden ikisine yenilerini bulamadığımız için dikiş attırmak zorunda kaldık. O lastiklerden biri yolda balon etti, bir anda araba jantın üzerine düşüp sağa sola yalpalamaya başladı. Üç kardeş, anne babadan oluşan ailemiz, babanın usta şöförlüğü ve soğukkanlılığı sayesinde ölümün eşiğinden döndü. O kadar korkmuştum ki gözüme inen kan uzun süre orayı terk etmedi. Aslında o yılki yolculuğu özellikle rekor derecedeki lastik problemleri ışığında, başından sonuna yazmak gerek; içine olağanüstü Kars, Muş, Bingöl, Bitlis, Tatvan ve uzaktan uzağa görülebilen Aras'ın öte yakası ve Erivan manzaralarını ve çok özel, şaşkınlığa neden olan ilginç insanları ve öykülerini de katarak..

Amca Malatya'da görev yaparken, daha sonra bir suikast sonucu ölen ülkenin en önemli aşiret reislerinden Hamido tarafından olmadık tehditler almadı, olmadık şeyler gelmedi başına, başımıza.. Sebepler hep aynıydı: Bir takım siyasi partilere, siyasetçilere, başbakanlara sırtlarını dayayarak bu ülkenin yoksuluna, köylüsüne, çiftçisine gidecek kaynakları -kitabına uydurarak- kendi paraları gibi kullananan tüccar insanların musluğunu kesip, kaynakları gerçek sahiplerine doğru akıtıyor olmasıydı... Ülkede iktidarlar değiştiğinde, özellikle yönetim erki sağ iktidarlara geçtiğinde, ağırlıkla Erbakan'ın MSP'sininde ortak olduğu Milliyetçi Cephe dönemlerinde, devlet bankalarından sorumlu bakanlıklar onlarda olduğundan mutlak bir sürgün yerdi.

Darbenin hemen önündeki dönemde, mevcut iktidar tarafından görev yaptığı ve iktidara çok yakın Hamido'nun ili Malatya'dan alınıp, genel müdürlükte baş müfettiş olarak kızağa çekilmişken; darbenin ardı günlerde kendisinden bir albay vasıtasıyla banka hakkında ayrıntılı rapor isteyen 12 eylül cuntası tarafından da "evet bu bankayı çok iyi biliyor ama solcu" denilerek ve tehlikeli addedilerek haksız yere, onca emeği görülmeksizin resen emekli edilmişti. İki çocuklu bir aile babası olarak, o yaştan sonra kapı kapı dolaşıp kitap satmaya başladı, onca emek, genel müdürlüğe taşınacak onca parlak kariyer bir anda yerle bir oldu. Aslında en amcayla ilişkimiz üzerine daha önce de dediğim gibi; onun yaşamını fon yaparak gerçekten bir Türkiye dönem romanı yazılabilir; ülkenin yoksul dönemlerine ait olağanüstü siyah beyaz fotoğraflarla birlikte.

Biliyorum yine alıp başımı gittim. Şu hazzın altını çizmeden yazıyı kesemiyeceğim ama; olur a bu tembellik halinden bir türlü çıkamam ve konu üzerine bir yazıyı daha sonra asla yazamam... Amca bekar ve gençken Samsun'a teftişe geldiğinde, bankanın ana binasına entegre ve arka tarafında kalan misafirhanesinde, müfettişlere tahsis edilen lojmanda kalırdı. Biz küvetle ilk kez orada tanıştık. Samsun'da olduğu sürenin haftasonlarında beni ve küçük kardeşimi alır, o lojmana götürürdü; o ara babamla küs idiler ama bu hiçbir şekilde evimize gelmesine, bizim onunla görüşmemize engel teşkil etmiyordu. Biz masal bir aileydik, küslükler bile birbirimize olan sevgimizi, saygımızı azaltamazdı. Sobalı ve banyo kazanlı bir evden bankanın kaloriferli ve sıcak sulu lojmanına geçmenin lezzeti kelimelerle anlatılamaz. Amca küveti doldurur, kardeşimi ve beni sıra ile o küvette müthiş bir titizlikle ve kelimenin tam anlamıyla köpük köpük yıkardı. Ertesi gün şehrin en güzel ve Cumhuriyetle yaşıt lokantası Cumhuriyet'te şahane bir yemek yerdik. Bizzat mutfağa girer, gurme edalarıyla kuzinelerin üzerindeki yemekleri tek tek inceler, öyle seçer ve afiyetle yerdik. Yaşama sanatını bize en amca öğretti, ya da şöyle desem daha doğru olur: Ailenin her büyüğünden birşeyler öğrendik, amca bunların kalite çıtasını yükselten kişi oldu.

Pazar günleri bomboş bankadaki odasında o raporlarını yazarken, ben şimdi bir ucubeye döndürülmüş olan klasik Ziraat Bankası mimarisine haiz o muhteşem binanın koridorlarında koşturup çocukca oyunlar oynar, kendimi Atatürk'lü filmlerde oraya buraya koşturan Ülkü gibi hissederdim. Farkındayım ki ben, geçmişte bir anın içine girdim mi, artık yazmaktan öte bir boyuta geçiyor ve birebir yaşıyorum anları... Bu yüzden daha fazla uzatmadan bugüne dönüp klavyeye dur demem ve aslında bu yazıya sebep olan "güncel" konuya geçmem gerek.

Hani amca öldü demiştim ya yazının baş tarafında.. Amca ölünce cenazesini eve yakınlığını da göz önüne alarak Kocatepe'den kaldırmaya karar verdik. Günlerden Cuma idi... Biz, musalla taşına koyulmuş cenazemizin başında bekliyorduk. Caminin kalabalığını, sivil, kulaklı ve de gözlüklü polislerin varlığını Cumaya yormakla meşguldük. Çatılara yerleşmiş keskin nişancı özel harekat polisleri pek gösterişli duruyorlardı. Havada helikopterlerin fır döndüğü bir anda caminin ön tarafında bir hareketlenme oldu. Kalabalık bir koruma grubunun ortasındaki dönemin başbakanı Erbakan, koruma prosedürlerinin gereği bir hızla ve etrafındaki etten duvarla birlikte caminin avlusundan girdi. Aynı kalabalık grupla birlikte namaz için camiye yöneldiler. Biz durumu anlayıp da bu hengameye eleştirel göndermeler yaparken; namaz bitip cemaat dışarı çıktığında, Başbakan Erbakan ve etrafındakilerin bizim olduğumuz bölüme yöneldiklerini gördük. Erbakan'ın herbirimizin elini sıkarak bize başsağlığı dilemesini bir türlü anlamlandıramadık. Gerçi yıllar önce Bülent Ecevit'in amcamın kayınpederinin ölümü üzerine bizim evi arayıp başsağlığı dilemesini ve bu konuşmanın annem ile yapılmış olmasını nesillerdir kelimesi kelimesine anlatıp dururuz; yani başbakan ilgilerine bir alışkanlığımız da vardır. Bir gün birileri amcama sen öldüğünde tabutunun başında Erbakan olacak deseler, hiç ölmemek için elinden geleni yapardı şüpheniz olmasın... Ama bu kader miydi, ya da ülkesi için bir ömür tüketmiş, haktan adaletten bir milim ayrılmamış, elindeki olanaklar yüzünden onu satın almak adına yapılmadık şey kalmamış, hepsini elinin tersiyle itip adalete teslim etmiş idealist bir bankacıya, kendilerinin ve 12 eylül cuntasının yaşattığı zor günlerin iade-i itibarı mıydı bunlar bilmiyorum.

Bildiğim şu ki; amcamın cenaze namazını, bizzat dönemin başbakanı Erbakan kıldırmıştı. Amcam bir başbakanın cenaze namazını kıldırmış olmasından mutlu olabilirdi. Ama bunun en muhalif olduğu kişi olmasından haz eder miydi? Kesinlikle elinin tersiyle iterdi. Yoksa kader denen şey bu mu idi... Elbette Erbakan oraya bizim için gelmemişti, hemen yandaki tabutta onların dava arkadaşlarından biri yatmaktaydı. O gün, onun için oradaydılar. Ve her anlamda muhalif olduğumuz bir siyasetin temsilcisi o gün orada en insan, en sıcak, en samimi, en sevimli yüzüyle namazın sözcüklerini telafuz ederken yüzüme bakarak, merhumun adını sormuştu ve duasının içine yerleştirmişti onun adını. Hakları helal ettirmişti tüm kalabalığa... O gün gördüğüm "insan hali" tüm önyargılarımı yıkmıştı. Sanırım siyaset, ona özgü hırs ve kimya başka bir şey... Keşke siyasetin içinde insan haliyle kalabilse herkes... Ben o yanın tanığıyım. Oradan bakıyor ve tüm öte yanları görmezden geliyorum bugün.

25 Şubat 2011 Cuma

Varşova'da İki Hafta


Öyle iki-üç duraklık yol için bile taşıt kullanma gereksinimi duyan tiplerden değilimdir. Ancak ilk günler, daha çok çevreyi keşfetmek amaçlı Varşova'da yürümeye çalışmanın bedeli ağır oldu: İlk 20 dakikası kaçırılan bir ders ve son 1 saatine zar zor yetişilebilen bir Language Exchange Evening.. Giydiğim kalın kıyafetlere rağmen, bir boşluk arayarak tenime ısrarla dokunmaya çalışan soğuk da cabası.

Sevgili Erasmus koordinatörüm İvona'nın bize ayarladığı hostel, ne okula ne de Varşova'nın merkezine yakın sağ olsun. Sanki babasının yeri! Şehrin güneydoğusunda Falenica denen (Lehçede Falenitsa diye telaffuz ediliyor), müstakil evlerin yoğunlukta olduğu, şehir merkezine otobüsle yarım saat uzaklıkta bulunan, hemen hiç yabancının yaşamadığı, İngilizce bilinmeyen bir semt burası. Bizden 2-3 km sonra şehir sınırının sona erdiğine dair bir tabela var. Okulum da işte bu tabeladan sonra varılan Jozefow'da.

Bizden bir önceki semt ise, edindiğim bilgilere göre Polonya'nın ünlülerinin yaşadığı Miedszyln.. (umarım doğru yazdım) Evlerin ve önünde duran arabaların lüksünden işkillenmiştim zaten.

Hostel'dan okula yürümek yarım saat. Otobüse binmek, 3 durak için 3 zloty... Otobüse binseniz bile 10 dk'lık bir yolu yürümek zorundasınız. Karşıdan karşıya geçerken, yoldan gelen arabanın ne kadar hızlı gelirse gelsin durarak size yol vermesinin yarattığı haz ise kesinlikle paha biçilemez! Türkiye gibi yayaların arabalara yol verdiği bir memleketten gelip, işlerin olması gerektiği gibi yürüdüğü bir Avrupa Birliği ülkesinde yaşamaya çalışmak benim için zor bir durum. Hem arabanın hem de benim durarak ikimizin de bir türlü geçmeye yeltenmediği durumlar, özellikle ilk günler çok oldu.

Kurallar demişken, daha bindiğim ilk otobüste bilet kontrolü oldu. Polonya Spor Bakanı'nın arabasının yanlış park yaptığı için çekildiğini öğrendim. Kendisi Galatasaray'ın eski santraforlarından olur bu arada..

İlk iki hafta itibariyle önemli bir sorunum yok. Karta Miesjka(öğrenciler için aylık otobüs kartı) ve Orange (cep telefonu) gibi bazı standart Polonya prosedürlerini hallettim. Hostel'ımdan; başka milletten erasmus öğrencisi bulunmaması, dolayısıyla Türkçe dışında bir dil konuşamama ve her yere uzak olma sorunu dışında memnunum. Toplam 10 Türk iki katlı bir villada kalıyoruz. Burası Hostel'ın ana binasından bağımsız özel bir bina... Soğuktan çemkirince, bizi geçici bir süre için aynı fiyata (aylık 500 zloty) buraya aldılar. Aramızda mümkün olduğunca İngilizce konuşarak ve resepsiyonda gece duran abiyi sürekli rahatsız ederek pratik yapmaya çalışıyoruz.

Hostel'a en yakın otobüs durağı 10, market 20 dk. uzaklıkta. Teknik direktör olsam takımımı kamp yapmak için buraya getirmeyi düşünürdüm. Etrafımız orman, havası müthiş temiz. Zaten 2012 Avrupa Şampiyonası için yapılan yeni stadyum hemen yol üstü. Centrum'a inerken yanından geçiyorsunuz. İlginç ama Varşova o kadar planlı bir şehir ki, şehrin merkezinde stadyum yapacak alan hala bulabiliyorlar. Palace of Culture'a uzaklığı hemen hemen Taksim-İnönü kadardır. Aralarındaki bir benzerlikte İnönü'nün boğaza, National Stadium'un Wisla'ya bakıyor olması.

Geniş parklar ve göller şehrin her tarafına yayılmış. Bizdeki gibi nefes darlığı yaşamadan her bölgede rahatça dolaşabiliyorsunuz. Zaten şehrin kapladığı alan nüfüsuna oranla aşırı fazla. Bunda kuşkusuz Polonya'nın düz topografyasının da etkisi büyük.

Varşova Chopin'in, Marie Curie'nin ve Papa II. Jean Paul'un şehri. Şu sıralar kebapçıların şehri yalnız. Bir Polonyalıya Turkish Kebap ısmarlamanız durumunda, kollarınıza düşüp bayılma olasılığı yüksek. O kadar seviyorlar. Dolayısıyla bizi de seviyorlar. Şimdiye kadar Türk olduğumu söylediğimde olumsuz bir tepkiyle karşılaşmadım. Genelde -özellikle kızlar tarafından- iyi anlamda şaşkınlıkla karşılandım.

Varşova aynı zamanda soğuğun, bu soğuktan kaçmak için girdiğiniz undergroundların ve düzenin şehri. İnsanlara dair herşey makine gibi işliyor. Kaos kültüründen gelip, düzenin içinde yalpalamak garip bir duygu. Elinizde Tourist Information'dan edindiğiniz herhangi bir harita varsa kaybolma olasılığınız, Türkiye'de Cumhuriyet Meydanı bulamama olasılığınızdan daha az. O derece düzenli caddeleri ve yer tarif eden levhaları var. Ancak cadde ismini okumaya çalışırken kalp krizi geçirme riskiniz yüksek. Banliyölerinde dolanırken "çok sessizli" ara sokaklara düştüğünüzde bir evin bahçesinden size havlayan vahşi bir köpek tarafından taciz edilirken de, ne yazık ki bu risk mevcut. En fenası ise bar çıkışı gece otobüsünde bir sarhoş tarafından yarım saat rehin alınmanız. Geçende şansıma bir de değil, iki tane birden düştüğünde hostelın merkeze uzaklığına uzun süre lanet okudum. Allahtan adamların Türk arkadaşları varmış da, sadece yarı Lehçe yarı İngilizce, anlamakta zorlandığım bir futbol muhabbetiyle işi kotardık

Varşova otobüsleri her anlamda hayat dersi sunuyor adama. Bavula da bilet kesilebildiğini öğreniyorsunuz. Arka kapının önünde öpüşen liseli çiftler yüzünden otobüsten bir durak geç iniyorsunuz. Ya da karşınızda oturan teyze inene kadar size ters ters bakıyor: Uzaylı olabileceğiniz ihtimali üzerine kafa yoruyorsunuz.

Lehçe birkaç kelime öğrendim. Telaffuzum iyi olsa gerek, İngilizce'nin arasına birkaç lehçe sözcük sıkıştırmak çok işime yarıyor. Soğukkanlı Polonyalılarla aramdaki duvarın tamamen yıkıldığını hissediyorum. Derse geç kaldığımda dersin hocasına “pşepraşam” (özür dilerim) dedim. Derste sorduğu bir soruyu da doğru cevaplayınca göze girme bağlamında çok işime yaradı.

Alfabeleri 36 harf, zaman zaman 39'u bulduğuna dair de rivayetler var. Kelimelerin telaffuzunda ş,ç ve p gibi harfler yoğun ve konuşmaya çalışırken adamı dumur ediyor. Ama bu bize engel değil, ne de olsa Fıstıkçışahap'ın çocuklarıyız..

Danstan ve müzikten adam akıllı konuşmaya pek fırsat bulanamasa da, ne kadar kişinin hotmailini alabilirseniz kar olan Erasmus partileri ve haftada bir gün olan tanışma gecelerine gitmek önemli. Dans edemiyorum diye üzülmeyin; çünkü Zubrowka nasılsa ettirir! Üç tekten sonra hayatımda konuşmadığım İngilizceyi 15 dk boyunca hiç susmadan ve duraksamadan konuştuğum oldu. Fiyatlar gerçek manada sudan ucuz: Bira 2.5, vodka ve tekila shot 5 zloty! Bu fiyatların iki katıyla bile yırtabilmeniz, herhangi bir popüler Varşova barında mümkün değil.

Önümüzdeki hafta benim için önemli. Şehir merkezinde, Erasmus öğrencilerinin yoğunlukta yaşadığı bir hostela yerleşmeyi düşünüyorum. Fiyatı biraz tuzlu, ancak en azından bir ay kalabileceğimi sanıyorum. Bana katacağı çok fazla şey olduğunu hissediyorum. Haftada yalnızca bir gün, salı günleri dersim var ve bu okula daha yakın bir yer yerine, merkezde bir yerde kalmam için yeterli bir neden gibi duruyor.

Kusura bakmasınlar; size yardım edeceğini, ev bulacağını söyleyip daha sonra bir dedikleri diğerini tutmayan ve yıllardır burada yaşadığını iddia eden Türk simsarlardan gına geldi. Polonyalılara daha fazla güveniyorum.

Erasmus benim için her gün yeniden başlıyor gibi.. Herşey için acele etsem de, günün sonunda aslında daha hiçbir şey yaşamadığımı farkediyorum..


20 Şubat 2011 Pazar

Varşova'da Bir Türk Lokantası


Varşova'da ilk günleriniz yol yordam bilmediğiniz için zor geçebilir. İngilizceniz pek iyi değilse, ya da derdinizi anlatacak kadar İngilizceniz olmasına rağmen, İngilizce bilmeyen Lehlerle bir türlü anlaşamıyorsanız mutlaka uğramanız gereken adres Centrum'da Emilii Plater Caddesi'nde yer alan Türk Restoranı olmalı. Stadı bilenler için söylüyorum: Palace of Culture'ın yanındaki büyük parkın karşı çaprazı yani.. Hemen yanında da Intercontinental Hotel bulunmakta..

Polonyalılar, onlarla yapacağınız birebir konuşmalardan da öğrenebileceğiniz üzere, kebaplarımızı çok sevdiğinden, hemen her semtte bir kebapçıya rastlamanız olası; ancak birçoğunu araplar başta olmak üzere diğer müslümanlar işletmekte. O kadar ki Bengladeş usulü türk döneri yediğimiz bile oldu!

Her neyse.. Bizim gururumuzu kurtaran kebapçılardan biri işte burası. Mercimek çorbasından, tas kebabına; iskenderden dönere her türlü damak tadı özleminizi, dil problemi olmadığından kazıklanma endişesi de taşımadan dindirebileceğiniz bir yer. Genç çalışanları gece hayatı, kalacak yer ve ulaşım gibi çeşitli konularda size yardımcı olacaklardır.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Varşova'da Uyanmak



Bir hafta gecikmeli bir yazı oluyor; ancak gerek kaldığımız yerde yaşadığımız bazı problemler (özellikle İngilizce bilen biri bulma konusunda yaşadığımız zorluklar), gerekse çevreyi çok hızlı keşfetme isteğim zamanında yazı eklemeye yönelik daha önce yaptığım planları baltaladı. Aslında yazacak çok fazla şey biriktirdim ve muhtemelen hepsini tek bir posta sığdıramayacağım. Kaldığımız hostelde 3-4 gündür yaşadığımız internet problemi nedeniyle, bu yazıyı ilk gün gördüklerimle sınırlayıp pratik bilgilere yarından itibaren daha sık yer vereceğim.

Varşova'daki ilk sabahımız muhtemelen Polonyalıların aralarında "Yazdan kalma bir gün!" şeklinde konuştuğu kadar güzeldi. Entresan; ama beklentilerimizin aksine görünürde kar falan yoktu, hava 5 dereceydi ve bu sayede ilk günden bayağı bir yer gezme fırsatı bulduk.

Varşova'nın kalbinin attığı yer "Centrum", Palace of Culture'ın etrafını oluşturuyor. Çevresinde açlık, parasızlık, kalacak yer gibi hemen her türlü ihtiyacınızı giderebileceğiniz barlar, restaurantlar, bankalar ve oteller mevcut. Her tarafı "Turkish Kebab" levhalı lokantaların çevrelemiş olması sizi ilk başta Varşova'da olduğunuza inandırmaya yetmeyebilir. Ancak Palace of Culture'ın ihtişamı sizi kesinlikle ikna edecektir.

İlk gün için karnınızı özellikle domuz etine karşıysanız kebapla ya da McDonald's, KFC ya da Burger King'de doyurabilirsiniz. Bizim tercihimiz KFC oldu. Menü isimleri bizdekilerden biraz farklı olmakla birlikte, Big Box menü 18 zloty karşılığında sizi 1 gün boyunca tok tutmaya yetecektir.
Nowy Swiat:

Centrum'un Wisla tarafına doğru 2 sokak gerisinde kalan Nowy Swiat, onu dümdüz arşınlamanız halinde sizi doğruca Old Town'a, (Stare Miasto ve Nowe Miasto'nun oluşturduğu bölge) götürecektir. Nowy Swiat'ı arka sokaklara bağlayan pasajları kullanarak çeşitli barlar keşfedebilirsiniz. Ancak caddenin üzerindeki mekanlarda fiyatlar Polonya standartlarına göre biraz tuzlu. Sipariş vermeden önce menü listesini iyice kolaçan etmeniz yararınıza..

Nowy Swiat ve onu takip eden Krakowskie üzerinde birçok heykel, katedral, kilise ile Varşova Üniversitesi ve Başkanlık Sarayı bulunuyor.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Varşova'ya Giderken..

Varşova Uçağının Kalkışından Bir Gün Önce:

Doğmaya denizi aydınlatarak başlayan güneşle birlikte uyanıyorum. İstanbul uçağım sabah saat 9'da çünkü. Bu kadar erken kalkmaya pek alışık olmayan bünyem için pek sevindirici bir olay değil açıkcası.

Annemi ve kardeşimi son kez koklayıp, şehrimin doğup büyüdüğüm sahiline son bir selam çaktıktan sonra babamla birlikte havaalanına doğru yola koyuluyoruz. Henüz pek bir heyecan yok, en azından Varşova'yla ilgili olan kısım konusunda. Çünkü ilk kez uçağa binecek olmanın yarattığı tedirginlik, bilinçaltımda daha egemen konumda.

Bu tedirginlik yüzünden havaalanı tuvaletinde unutulan bir telefonu daha sonra pişman olacağım bir hareketle danışmaya teslim etmeden uçağımın yolunu tutuyorum. Uçağa binmeden önce salonda beklerken gördüğüm son şey, otomatik kapının camından dışarıya bakan anne ve çocuğun hareketleri. Kapının açılmasıyla küçük çocuk büyük bir tehdit altına giriyor; kapı tam suratına çarpmak üzereyken, olabilecekleri daha önceden tahmin edemeyen annenin kuvvetli refleksleri son anda imdada yetişiyor. Ancak anne bu tecrübeye rağmen kapının önünden -biraz daha uzaklaşmakla birlikte- tam olarak ayrılmamakta ısrarlı..


THY-Lufthansa ortaklığı Sun Express'in Samsun-İstanbul uçağına binerken bizi güleryüzlü hostesleri karşılıyor. Bu stresimi azaltan ilk aşama. Artık koltuklarımıza kurulup havalanma zamanı..

Güzel bir havada gerçekleşen sorunsuz bir uçuşun ardından Sabiha Gökçen'e iniyoruz. Yolu yarıladığımızda tüm yolculara güven veren bir konuşma yapan kaptan pilotumuz yine iş başında. İlk uçuşum olmasına rağmen mükemmel bir iniş yaptığını düşündüğüm için onu alkışlayasım geliyor. Eski zamanlarda olsa alkışlardım!..

Sabiha Gökçen ve Atatürk'ün resimlerinin süslediği koridorlardan geçip bavullarımızı alıyoruz. Sırada Polonya için Avrupa'ya ilk adımı atmak var. Havaş'ın Taksim otobüsüyle kişi başı 13 lira ödeyerek boğazın karşı yakasına geçiyoruz. Küçüklüğümden bu yana çok uzun zamandır gelmediğim İstanbul'un o bilindik, kelimelere dökülmeyen mükemmelliği karşısında başka zaman donakalabilecekken, onu yalnızca bir geçiş noktası olarak kullanacak olmam biraz içimi burkuyor. Yine önümde 24 saatlik bir zaman dilimi var ve elimden geldiğince tadını çıkarıyorum. Uzun zamandır görüşülemeyen akrabalarla yenen keyifli bir akşam yemeği ve her yazımızı Atakum sahilinde geçirdiğimiz kuzenle bu kez Yeşilköy sahilinde yapılan kısa süreli bir kaçamak. Güzel bir barda önümüze konan lezzetli aperatifler ve yaza kadar bir daha birlikte tadamayacağımız son bira yudumları.. Gün boyu gezdiğimiz son model bir Mercedes'te cabası.. Tatlı tesadüfler bana mükemmel bir veda programı sunuyor.

Varşova Uçağı:

Atatürk Havalimanı Dış Hatlar'a halam, eniştem, kuzenler ve tabii ki Mercedes'le vedalaştıktan sonra B Kapısından babamla birlikte giriş yapıyoruz. Sırada Erasmus arkadaşlarımı beklemek var. İkisi check-in açılmadan önce havaalanına varıyor. Fırsattan istifade İstanbul kaçamağı yapan diğer ikisini ise, Ayasofya'nın kapısından çevirip acele etmeleri konusunda uyarıyoruz. Yurtdışı çıkış harcını ödeyip devletimizden son kazığı yedikten sonra saat 15.30'da, uçuş saatinden 2 saat önce check-in açılıyor. Biz üçümüz check-in'e girip yanyana yerlerimizi seçiyoruz. 20.6 kilo gelerek sınırı 600 gram aşan büyük bavulum uçağın yolunu benden önce tutuyor. El bagajım ise 10 kilo civarı ve olması gereken sınırın 2 katı. Onu tartıya koymuyorum. Güleryüzlü LOT çalışanı dönüp bakmıyor bile. Bunlara ilaveten omuzdan askılı, içine cüzdanım, fotoğraf makinam, cep telefonum, kalınca üç kitap, bir takım evraklar, pasaport ve olası bir hastalık için sağlık ocağında aile hekimime yazdırdığım soğuk algınlığı, ağrı kesici ve grip ilaçları* doldurulmuş küçük bir çanta ve elbette yine içine bere, atkı, eldiven ve ufak tefek evraklar yerleştirilmiş laptop çantam da var. Bagaj konusunda stres yapacak birşey yok yani..

Yarım saat sonra gelen diğer iki erasmusçumuz da check-in'ini yaptırdıktan sonra dış hatlarda biraz daha oturup, salona gidiniz yazısını okuyunca artık ayrılık vakti geliyor. Bizi havaalanına uğurlamaya gelenlerle son kez vedalaşıp pasaport kontrolüne giriyoruz. Çıkışımızı yaptırıp, Free Shop'ta biraz oyalandıktan sonra 202 nolu kapının yolunu tutuyoruz. Kapıdaki son kontrollerin ardından botlarım dahil hiçbir şeyi unutmadığıma emin oluyorum ve sıra Varşova'ya ayak basmadan önceki son aşamaya geliyor: 2.5 saatlik bir uçak yolculuğuna..

Varşova'yla İlk Karşılaşma:

Varşova'yla ilk karşılaşmam havadan gece ışıkları altındaki güzel görüntüsü. Şehrin ışıkları Wisla'nın üzerine yansıyor. Ancak Polonyalı pilot Sun Express'in Türk pilotu kadar güzel bir iniş yapmayı başaramıyor. Biraz sarsılıyoruz. Hislerimde yanılmamışım. İlk uçuşumun hatrına olmalı, Türk pilot bizi gerçekten güzel indirmiş.

Uçaktan inince "Non-Schengen" yazan kısımdan pasaport ve vize kontrolüne giriyoruz. Bizim gruptan ayrı başka iki Türk erasmus öğrencisi ilk İngilizce deneyimlerinden başarısızlıkla ayrılıyorlar. Polonyalı memur onlara geliş nedenlerini soruyor ve belgelerini istiyor. Sonunda çeşitli yardımlarla kabul kağıtlarını pasaportlarının yanına koyup, ayakta beklemekten dolayı arka sıralarda baş göstermeye başlayan sızlanmaları dindiriyorlar.

Varşova Chopin Havalimanı'nın, Atatürk Havalimanı'nın ancak yarısı büyüklüğünde olduğu gözüme çarpıyor.

Pasaport ve vize kontrolünden geçip, havaalanının döviz bürosunda kazık yeme pahasına Zloty edinmek için mecburen 20'şer Euro çevirttikten sonra, bizi havaalanının çıkışında karşılamak için bekleyen misafir üniversitenin Erasmus koordinatörü Iwona'nın yanına gidiyoruz. Daha önce Facebook'tan birbirimizi ekleyip konuştuğumuz için birbirimizi tanımak pek sorun olmuyor. Minibüse atlayıp bizim için ayarladıkları hostelin yolunu tutuyoruz.

Okulumuz ve kalacağımız hostel şehrin biraz dışında. Bu yüzden Varşova'yla karadan ilk karşılaşmamız otoyollardan ibaret ve havadaki kadar görkemli değil. Yapı olarak yalnızca Avrupa Şampiyonası için hazırlanan yeni stadını görebiliyoruz. Yolda sorduğumuz tüm sorulara Iwona güleryüzle cevap veriyor. Ancak Türk misafirperverliği tabiki yok. Açmıyız, susuzmuyuz sormak yok! Bizi Hostel'a bırakıp ödeme koşullarını anlattıktan sonra basıp gidiyor.

Resepsiyonda çalışan kızdan yakındaki marketlerin akşam 8'de kapandığını öğrenince kısa süreli bir şok geçiriyoruz. Saat 9 ve ertesi sabaha kadar yalnızca lobideki kahve makinasına talimiz. Karşılıklı odalara yerleştikten sonra biraz laklak edip, tıpkı Amerikan filmlerindeki klasik motellere benzeyen hostelimızı keşfe çıkıyoruz. Kapıda pitbulluyla birlikte bekleyen bekçi ısrarla bize Lehçe birşeyler anlatıyor; ancak tabi ki anlaşamıyoruz. Hostel'ın çevresinde biraz turlayıp gece karanlığı el verdikçe keşfe çıkıyoruz. Etrafımız ağaçlık ve sakin bir yer.. Çevrede oturanların evleri müstakil ve hemen her evin bahçesinde bize havlayan bir köpek var. Şehrin bu yakasında anlaşılan hayat biraz erken bitiyor ve çaresiz uyumak üzere odalarımıza dönüyoruz.

*İlaçlar reçetesi yanınızda olmak koşuluyla doğal hakkınız. Kimse açıp da bakmıyor ama işinizi şansa bırakmayın reçetenizi yanınıza alın.

Sonraki Bölüm: Varşova'da Uyanmak

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP