30 Nisan 2010 Cuma

Dansın Ritmi

Bir izleyicinin mutluluğunu, izlediği temsilden aldığı keyfi en iyi yansıtan dışavurumun alkışlar, alkışlara eklenen "bravo" nidaları olduğunu göz önüne alırsak... Dün akşam, sezonun son prömiyeri Dansın Ritmi'nin izleyicilerinin sahnedekilerden daha çok yorulduğunu, bunun nedeninin de dur durak bilmeyen alkışlar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

İnanın bu cümlede en ufak bir abartı yok. Sahnede ter döken oyuncudan daha çok ter döktü izleyici... Üstelik kendine zarar vererek... Hem birinci perdedeki Paquita'nın sonunda, hem her solonun ardında, hem de gecenin sonunda elleri kızarmamış, omuzları ağrımamış izleyici yoktu sanırım salonda... Dakikalarca süren bir alkış sağanağı vardı dün akşam.

Dünya dans günü çerçevesinde düzenlenmişti iki perdelik bu bale... Yine tamamı dolu bir salonda sergilendi gösteri. Paquita ve Bir Yaz Gecesi Rüyası seçilmişti; iki perdelik, Dansın Ritmi başlıklı bu gösteri için. İki farklı konseptteki her iki perde de keyifli dakikalar yaşattı izleyiciye... Birinci perdede sergilenen Paquita'ya hakim olan renk sıcaklıktı... Bir anlamda ders niteliği de taşıyan gösteri, bale adımlarından çeşitlemeler sunarken, solo olanağı tanıyan versiyonu sayesinde, başarılı solistlerin* her birinin danslarıyla zenginleştiriyordu kendini...

Bir öykü anlatma derdi de olan Bir Yaz Gecesi Rüyası'nın aksine Paquita, tümüyle danslarıyla öne çıkan ve bu anlamda izleyiciyi çok çok memnun eden bir bölüm oldu. Marius Petipa kareografisi üzerinden tek perdelik çok başarılı bir sahne uyarlaması yapan Zeynep Sunal Odabaşı, çok eğlenceli ve coşkulu bir ilk perde yaşattı seyirciye.
Filiz Dinç'in bordoya dönük kırmızıyı tercih ettiği pırıltılı perdeler ve tavana asılmış tek bir avizeyle oluşturduğu sade dekor, aynı zamanda görkem de yaratıyordu. Kıyafetlerdeki renkler, ışık ve dekor birbirleriyle şahane bir uyum sağlamıştı. Minkus'un dinlemesi keyifli ve kolay müziğinin neşeli haliyle bütünlenen tüm bu güzellikler, şahane bir keyif oldu izleyici için.

İkinci perdenin açılmasıyla arka sırada oturan kadın grubundan yükselen "aaa!" nidası, İsmail Dede'nin tasarladığı dekorun onaylandığını gösteriyordu. W.Shakespeare'in yazdığı, karaegrofisi Nugzar Magalashvili tarafından yapılan ve Medeia Magalashvili'nin sahneye koyduğu Bir Yaz Gecesi Rüyası, ağırlıkla ormanda geçiyordu ve tam da yazın gündönümünde yaşanıyordu olan biten... Gecenin rengini göz önüne aldığınızda, sık ve sahne boyu ağaçların turkuazı çok güzeldi. Sahneye düşen ağaç gölgelerinin arasından sızan ayışığının rengi yumuşacıktı. Ağaçların arasından çakan şimşek ve gecenin serinine vurgu yapan sis efektleri başarılıydı. Sihirlerin dağıtıldığı çiçeğin ışıkla simgelenmesi güzeldi. Yine İsmail Dede imzası taşıyan kostümler ve seçilen renkler şıktı.

Hikaye zaten güzeldi ve sergilenen tek perdelik gösteri, hikayesini anlatmakta başarılıydı. Kareografinin içine yerleştirilmiş şakalar ve oyuncu tavırları eserin mizahına vurgu yapıyor ve izleyicinin yüzüne tebessüm, hatta kahkahalar kondurmayı başarıyordu.

"Gecede kusurlar yok muydu?" derseniz. Evet, biraz yandaş bir tavrım olduğunu biliyorum. İzlerken gözüme çarpan detaylar olmuyor mu? Tabii ki oluyor. Hatta bazı noktalarda şiddetle de eleştiriyorum. Ama salondan çıkarken, tüm oyun boyunca aklımda oluşan iniş çıkışlara baskın çıkan şey, güzellikler oluyor. Ben bir eleştirmen değilim. Ben izlediğim her gösterinin bende yarattığı duyguyu ve salonda yarattığı genel havayı yansıtmayı, o salondaki keyfin yansımalarını kelimelere dökmeyi severim. İsterim ki güzel olan herneyse, daha çok kişiye ulaşsın ve o güzelliğe onca emek koyanlar, tek beklentileri olan alkışlarda çoğalsınlar.

Bu gecenin eleştirebileceğim, hatta özellikle eleştirmek istediğim yönü ses düzeniyle ilgiliydi. Tüm insanlar görevlerini başarıyla yapmışlardı. Bir kusur aranacaksa ve bu gösteriye herhangi bir izleyici tarafından bir ceza kesilecekse bunun sorumlusu cihazlardı. Müziğin canlı ve bizim orkestra tarafından çalınıyor olmaması zaten başlı başına bir dezavantajdı. Ama salona yayılan sesin metalik hali beni zaman zaman rahatsız etti. Özellikle kemanlar ve diğer yaylıların öne çıktığı anlarda hoparlörlerden gelen sesler, resmen tırmaladı beni. Belki de şahane orkestramızın, onun çok değerli ve gencecik elemanlarının doyumsuz çalışlarına alışkın kulaklarımızdı buna sebep, bilmiyorum.

Hatta, sadece o kısmı yani sesin bende yarattığı algıyı öne çıkarıp bir eleştiri yazsam kurmayı düşündüğüm paragrafın ilk cümlesi şuydu: Bir sinema salonundaki gibi...

Paquita'nın müziğinin daha kolay dinlenebilmesi ve en klasik müzik sevmeze bile kendini sevdirebilecek özellikler taşıyor olması, sahneye konma şekli itibariyle bir hikayeyi takip etmek zorunda bırakmaması, tümüyle dansların önde olduğu daha ritmik ve akışkan bir kurgu üzerinden ilerlemesi, ilk perdede çok da olumsuzluk duygusu yaratmadı; sesin duyulma biçimi anlamında... Ama bir öyküyü de anlatma derdi olan ve Mendelsshon'un müziğinin daha derin ve farklı ritmler de içeren bir zenginlikte olması nedeniyle, şahsen benim aklım bazen sahneden müziğe kaydı, Bir Yaz Gecesi Rüyasında... Ses çok öne çıktı ve sanki yer yer sahneye fon olmaktan ziyade baskın bir hal ortaya koyarak, ayrı gayrılık duygusu yarattı bende... Burada anlatmak istediğim şey sesin yüksekliği anlamında bir sorun değil, tonu anlamında bir sorundu. Belki de benim kulağımın oluşmuş algısındaydı sorun, müziği daha yumuşak ayarlarla dinlemeyi seviyordum. Üstelik, ekolayzerin orta kısmındaki düğmelere yaşamım boyunca hep soğuk durmuştum.

Zaman zaman dansların ve sunulanların güzelliğine kapılıp müziğin kulağıma takılan halinden uzağa düşsem de sahneye ilgim azaldığı anlarda, sesin bu haline dikkat kesilmeden duramadım. Zaman zaman da, bir televiyon ekranı var karşımda ve gelen sesler ekrandaki oyuncuların ağzından değil de yandan bir yerden geliyormuş gibi, ya da sanki bir başka yerde müzik çalıyormuş da insanlar bu sesin üzerine dans ediyormuş gibi, bir benzetmeyi eleştirel bir yazıya yerleştirmek fikrine kapılmadım dersem yalan olur. Şimdi bunları buraya yazmış olmam yazdım sayılmaz ama.. dedim ya duygularımla ifade etmeyi seviyorum yazılarımı diye, işte bu cümleler o kontenjandan bir ifade ediştir.

Tüm bu haller, sahnede sergilenin başarısını gölgeler mi? Tabii ki hayır. Tek tek baktığınızda dekorundan kostümüne, balet ve balerin başarılarından ışığa kadar herşey mükemmeldi. Seyirci coşkuluydu. Opera ve balenin tüm çalışanları her zamanki gibi cıvıl cıvıl ve güleryüzlüydü. O günkü oyun listesi, karakter isimleriyle birlikte yazılmış ve izleyici kimi izlediğini bilme anlamında bilgilendirilmişti. Yani, sezon başından beri altını çizdiğim anlamdaki başarısını yine devam ettirmişti, tüm Samsun Devlet Opera ve Balesi çalışanları ... Ve herşeyden önemlisi benim öne çıkardığım bu detay bile sorun yaratamamış, bu kentin şanslı izleyicileri yine çok keyifli bir gece yaşamışlardı. Şanslı izleyiciler de kendilerine bu keyfi yaşatan sanatçıların koyduğu emeğe ve gösterinin güzelliğine duyduğu memnuniyeti en güzel şekilde ifade etmiş, tam anlamıyla alkışa boğmuştu Samsun Devlet Opera ve Balesini... O zaman bana ne oluyordu ki.. eleştirdiğim durum göreceliydi ve benim dışımdaki herkes de bu tonda dinlemeyi seviyor olabilirdi.

Yani gece yine ve gerçekten muhteşemdi.

Bir de küçük dedikodu eklersem yazının sonuna, derim ki; balerinlerden birinin kıyafetinin etek ucundan ip sarkmıştı aşağıya, kiminki olduğunu söylemiyorum ama.

*Gece toptan bir başarıydı ve bu nedenle yazı içinde tek tek balerin adı ve balet adı vermedim. Gecenin kadrosu şöyleydi: Sülün Duyulur, Ekatarina Chubinidze, Ilgaz Erdağ, Arzu Kaya, İpek Özgüncü, Nazmiye Kıratlı, Merve Gürer, Damla Oktay, Elvan K. Eren, Zeynep Bengier, Buse Öztemiz, İdil Şengül, Lasha Khozashvili, David Khozashvili, Orçun Önal, Orkun Baydoğan, Y.Emre Örgüt

Ve, ışığıyla tüm bu güzellikleri parlatan: Oğuz Murat Yılmaz



.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Kim bilir belki...

Trenden indikten sonraki güzergâhımız İstasyon Caddesi boyunca yürüyüp yalı boyu evlerinin arka sokağı üzerinden kral mezarlarıydı... Trende arkamızda oturan ve kente ilk kez gelen, trene bindikleri andan itibaren nerede ineceklerinin telaşı kelimelerine yansıyan, bu fark ediş üzerine "merak etmeyin çocuklar biz de orada ineceğiz, ben size yardımcı olacağım," diye rahatlattığım ama yine de yol boyu süren kaygılı hallerinden bir blog yazısı çıkarılabilecek çocuklarla birlikte yürüdük sokağın başına kadar. Onlara nereleri gezmeleri konusunda kısa bir rehberlik hizmeti verdikten sonra biz girdik sokağa...




İki tarafı eski evlerle çevrili, içinde cami ve hamamlar da bulunan, bir çok çıkmaz küçük sokağın birleştiği bu eski sokak; Hazeranlar Konağı mirasçılarının mülklerini müze olarak düzenleyip Kültür Bakanlığı'na devretmesiyle hızla gelişmeye başladı. Butik oteller ve kafeterya şekline bürünen birçok eski ev; hem kendilerini korumuş oldular hem de sahipleri için önemli kazançlar yaratmaya başladılar.






Bu yatırımların artmasıyla, gelen ve kentte konaklayan insan sayısı çoğalınca, kral mezarlarına çıkılan yolun hemen altındaki bu küçük meydan hediyelik eşya satan dükkânlarla dolarak oldukça keyifli ve canlı bir renk kattı sokağa... Bahsettiğim Hazeranlar Konağı da hemen bu meydanın yanında yer almakta... Kral mezarlarına çıktıktan sonra dönüşte ya da henüz mezarlara çıkmadan gezilebilir. Biz mezarlara çıkışın yorgunluğunu da göz önünde tuttuğumuz için dönüşe bıraktık konağı...


İki katlı ve çok odalı Konağı mutlaka gezmek gerekiyor. Altındaki, galeri işlevi de gören bölümünde Piri Reis haritalarının sergisi vardı o gün...


Sokağı ırmağın karşı kıysısındaki yola bağlayan pek çok köprü var. Bunlardan birini kullanarak karşıya geçip Sultan Beyazıt Camisi'ne ulaşabilmek mümkün... Biz yürümeyi sevdiğimiz için Beyazıt Camisi'ni sonraya bırakıp, çok keyifli zamanlarımın mekânlarından eski Orduevi'ne doğru yöneldik. Hedefimizde Pirler Parkı vardı. Pirler Parkının etrafındaki (evliyalarla dolu) camilerden birinin fotoğrafını çektikten sonra, parkın içindeki türbenin önünde bulunan minyatür tiyatro formundaki üç dört basamaklı kısmın tam ortasında durarak seslerimizin bize dönüşünü dinledik.




Pirler Parkı'ndan dönüşte Selağzı diye tanımlanan meydanın alt tarafında bulunan ve Tırtıl'ın fotoğrafını çektiği bu mekân aynı zamanda Şehir Kulübü, hemen yanında da Öğretmen Evi var.


Şehzadeler kenti diye adlandırılan çok katmanlı bir kültüre sahip Amasya'nın en önemli mekânlarından biri de; içinde kocaman bir medrese de barındıran Sultan Beyazıt Cami.








Sultan Beyazıt Camisi'nden çıktıktan sonra hemen müzeye ulaşmak mümkün... Biz, biraz da benim tarihimin izlerinde dolaştığımız için, komutanın "hadi bugün sahilden gidelim" dediği güzergahı izleyerek ve yolu uzatarak gitmeyi tercih ettik, Amasya Müzesine...


Duyarlı bir fotoğrafçı olduğu için Tırtıl ve de flaş kullanmak ihtiyacı hasıl olduğundan, çok az fotoğrafla yetinmek zorunda kaldı müzede... Şu meşhur sosyetik güzellerimizden birinin yargılandığı davadaki el yazması kuran buradan çalınmıştı... Müze kesinlikle gezilmeli, tüm dönemlere ait pek çok sayıda buluntudan uygarlık izlerini takip etmek mümkün... Tüm tarih katmanlarından çok değerli örneklerin sergilendiği müzenin yan tarafındaki bölümde bir kaç tane mumya da var.


O gün hafta sonu tatilinin 23 Nisan bayramıyla birleşmiş olmasının da avantajıyla pek çok farklı şehirden, ağırlıkla İstanbul'dan çok sayıda tur otobüsü gelmişti kentte... Bunun yanı sıra çokca da üniversite öğrencisi vardı, gittiğimiz her tarihi mekânda... Özellikle üniversitelerin tarih ve arkeoloji bölümlerinden meraklılara rastlamak güzeldi.


Burma Minareli Cami'ye müzeden çıktıktan sonra aynı caddeyi yürüyerek ulaşılabilir. Yol üzerindeki Taş Han'ın hemen arkasında cami. Taş Han'ın ön yüzündeki sokaktan yürünürse bakırcılar ve alem ustalarının dükkânları da ziyaret edilebilir.


Dönüşü trenle yapmayı tercih etmediği için Tırtıl, biz ırmak boyu yürüyüşümüzü sürdürerek fotoğrafın sol tarafındaki belediyeye ait, içinde farklı farklı yeme içme mekânlarının olduğu, hemen vilayetin yanındaki parkta mola verdik. Ama size Çakallar mevkindeki Ali Kaya'ya ait lokantada yemenizi öneririz; Germeç ya da özel sebzeli kebabını...


Oradan çıktığımızda karşı taraftaki, bir üst fotoğrafın sağındaki eski zamanlarda ruh hastalıklarının tedavi edildiği Bimarhane'ye geldik.


Oradan devamla ulaştığımız yer: Ulusal bağımsızlığın ilk sinyallerinin verildiği ve bir manifesto olan Amasya Genelgesi'ni Atatürk'ün imzaladığı Saraydüzü Kışlası'ydı.


Amasya tarihin çok eski yıllarında kurulmuş, pek çok farklı medeniyetin üzerinde izler bıraktığı önemli bir yerleşim yeri olmanın yanı sıra; yüksek kayaların çanağında, korunaklı ve saklı bir şehir olduğu için, yapılaşmaya da pek izin vermiyor. Bu nedenle de kendini korumayı başarıyor. Üzerine o kadar çok şey yazılıp çizilebilir ki aslında... Biz, Tırtıl'ın objektifinden tadımlık bir Amasya sunmaya çalıştık. Oysa, bu kentte yaşadıklarım üzerinden o kadar çok şey var ki anlatılacak.

Eğer yolunuz kenarından geçerse bu şehrin, direksiyonu kırın ona doğru... Ankara üzerinden Karadeniz'de herhangi bir yere uzanıyorsanız; Çorum'u geçtikten sonra Mecitözün'den sapın sağa doğru, Amasya'da bir iki saat geçirdikten sonra yol sizi bağlar tekrar ana güzergâhınıza... Kimbilir; belki otele dönmüş eski bir konağın lokantasında yemek yiyip şarap içersiniz. Sonra belki; kral mezarlarına ve onların bulunduğu kayalıkların üzerinden geçen tren raylarına bakan odada, gecenin dilsiz aydınlığında, bir otel müziği eşliğinde sigara içersiniz!

Directed by Tırtıl

27 Nisan 2010 Salı

Nisan


"...Bugün, cüzdanıma yer etmiş notları ayıklarken, elime iki kişilik bir bilet geldi; Konakplex, salon 2 , 7.sıra, yer no 7 ve 8... Üzerine 22.04.2006 Vahşi Doğa diye tarih atılmış... Bu, küçük oğulun sinemada ilk film izleyişinin bileti... Şimdi! Sadece aradan geçen iki yıl sonra; o çocuğun, kendi beğenilerini oluşturan bir kimlik olarak, kendi insiyatifiyle bir sinema sitesinde profil oluşturup kendi filmlerine yorumlar yapıyor olmasından daha başarılı ne olabilir ki bir baba için..." Satırlarıyla bitirmişim Hiç Bitmeyen Mutlu Bir Şarkı başlıklı yazımı... Bugün, göz atarken farkettim ki; saklanan ilk tren yolculuğu biletinin tarihi de 23.04.2010...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Dalkavukluk

Beğenisi zor, aksi varsılın biri ilanla dalkavuk aramış. Başvuranların hiçbirini beğenmemiş. İşin peşini bırakmışken, adamın biri karşısına dikilmiş.
- Buyur, ne istiyorsun?
Adam:
- İş istiyorum, demiş.
- Peki, ne iş yaparsın?, diye sormuş.
Adam:
- Dalkavuğum, demiş.
Zengin, adamı baştan aşağı süzmüş ve
- Hiç benzemiyorsun, deyince,
Adam:
- Haklısınız, benzemem efendim, demiş ve işe alınmış.

İnsanlık tarihi kadar eskidir, zor zanaattır dalkavukluk.

Osmanlılarda sarıksız kavuklu esnafına denilirdi. Batıda olduğu gibi Doğuda da türlü adlar altında, sultanları, kralları varsılları, beyleri çıkarları karşılığında eğlendirirlerdi. Artık esnaflıktan çıktılar, sarıkları da kavukları da kalmadı ama aldanmayalım, yağcılıkla adlandırdığımız kişilikleriyle bugün de varlar, -insanlık tarihi boyunca oldukları gibi- yarın da olacaklar.

Günün birinde, Sadrazam Ali Paşa vükelaya (bakanlarına) yalısında bir ziyafet verir. Yemeğin sonunda ortaya gelen çileği yanlışlıkla tuza banıp yer. Farkına varır ama, azametine yediremediğinden davetlilerine,
- Hiç de fena olmuyor, der.
Bütün nazırlar, Minas Efendi hariç, hepsi çilekleri tuza banıp yedikten sonra hoş görünmek için “Enfes!” diyerek sadrazamı tasdik ederler. Ali Paşa Minas Efendi’nin ses çıkarmadığını görünce:
- Sen ne diyorsun Minas Efendi?, diye sorar.
Minas Efendi:
- Çilek sofrasında bir diyeceğim yok ama ayni şey bazen meclisi vükelada da oluyor, diye yanıtlar.

Ne denir, “Yalan da olsa söyle, hoşuma gidiyor”. Söylensin. Hoşumuza gitsin. Yalan olduğunu aklımızdan çıkarmadıkça zararı yok.


*Sayın Ekmel Denizer'in yayımlanmış "İkinoktaüstüste" adlı kitabındandır.

24 Nisan 2010 Cumartesi

Bir Tren Penceresinden...

Geziyi haftalar öncesinden planlamıştık Tırtıl'la; havaların ısınmasını, dağlardan akan suların ırmaklara karışmasını bekliyorduk. Demiryolcu bir dedenin torunu olmanın avantajını yaşamıştım hep. Zamana akan trenlerin, raylarla ortaklaşa yarattıkları müziği suratıma konduran yaz sıcaklarının şefkatli öpücüklerini, hep sevmiştim. Uzun düzlüklere bakar, her tünelin ardından çıkan coşkun ırmakların suyunda serinlerdim.

Dünkü yolculuk Tırtıl'ın ilk tren yolculuğu idi. Bu açıdan önemli... Aslında çıkış noktamız 23 Nisan ve Ulusal Egemenlik olmamakla birlikte, dünkü tanıklıklarımız, hiç ummadığımız kalabalıklar; çok umutlu ve çok güzeldi.

Yol boyunca Tırtıl'ı da gözlüyordum. Sürekli üzerinden geçtiğimiz köprülerin altından akan bahar coşkunu ırmağın fotoğraflarını bir türlü yakalayamaması, ve buna telaşları çok hoştu. Sonuçta makinayı hazır etme halinden anladım ki işin matematiğini çözmüştü. Her tünel çıkışının, virajlar ala ala akan ırmakla trenin kesişme noktası olduğunu farketmişti.
Seni seviyoruz...

Sonra, yemyeşil çayırlara salınmış hayvanların peşine düştü. Rayların yamacında, küçük ölçekli bir apartman boyu yukarımızda, aşağı düştü düşecek korkusu yaşatan bir rahatlıkta dolaşan inekleri, ne yazık ki yakalayamadı objektifi. O da, o klasik sözü ineklere uyarladı ve onları düz ovada yakaladı.

... altımızda uzanan rayların bizi uzaklara taşımasına sevdalı;.... diye bir cümle kurmuştum, bir yazımın içinde... O da benim oğlum ya!

Burası Ladik istasyonunun karşısı; fotoğraflarını çekmeyi en çok sevdiğim yer. Bir çok kamera kaydımda ve fotoğrafımda vardır. Bu kez Tırtıl'ın objektifinde... Ne yazık ki, yıllardır omuz omuza oldukları iki ev, aralarında yok artık.. (İnce ve soldakine yapışık olanının alt katında mavi boyalı tahtadan kepenkleri olan küçük bir bakkal dükkanı vardı)
Ve bu gezinin son istasyonu; en sevdiğim, sorularıma şahane yanıtlar vermiş görünmez kentlerimden biri... Aksiyon dolu günlerimizin, ülkenin farklı kentlerinden gelip yolları burada kesişmiş en arkadaşlarla, aynı havayı soluduğumuz şahane kent...

Directed by Tırtıl

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP