6 Şubat 2010 Cumartesi

Futbol Sadece Futbol Değilmiş!


1939 yılında takvimler bugünü gösterirken Avusturyalı bir futbolcu kız arkadaşıyla birlikte, kaldıkları Viyana'daki kendine ait apartman dairesinde ölü bulundu. Bu gerek futbolcunun yaşadıkları, gerekse başarıları göz önüne alınırsa sıradan bir ölüm olarak geçiştirilemezdi.

Paragraf, Futbolun Mozart'ı başlıklı yazıdan alıntıdır. Tamamı için: LA SPORAS

3 Şubat 2010 Çarşamba

Sigara da İçmem Ama! Yine de Düşünesim Geldi...

Bir yanda; insanın özgür iradesiyle (diyelim)kendini öldürmeye karar verdiği ve risklerini bilerek içtiği sigara...

Öte yanda; bu sigarayı sen içme diyen, kişiye rağmen onu korumak, onun verdiği zarardan da diğer insanları korumak için örgütlenen, denetleyen, cezalar kesip yaptırımlar uygulayan bir otorite.

Diğer yanda; kendi isteği dışında da bir insanın yaşamına son verebilen, onu bir başkasının elinden ölüme yollayabilen silahlar...

Öyle bir tehdit ki bu; varlığıyla haraçlar alıp, tacizler yaratıp, tehditler edip, korkular salabiliyor her türden masumiyetin üzerine... Sigarayı yasaklamakla insanlık sergileyen, bu anlamda kocaman bir eylem birliği gerçekleştiren anlı şanlı ülkelerin elinden, leblebi gibi yağabiliyor mermiler günahsızlara ...

Bireysel özgürlüklerin, yaşam haklarının çok ötelerine taşan emperyalist bir çıkarcılıkla yüz yıllarını mahvedebiliyor vatanların...

Kimsesizlikler döküyor yaşamın her bir karış toprağına...

İki yüzlü ahlak; en sahte şefkatiyle televizyon ekranlarından mozaiklerken içkiyi sigarayı; yirmi dört saat can alan silahları, atamıyor prime-time'dan öteye...

Diziler; bir yandan kanunsuzlar kahramanlığı sergilerken, racon kesen abilere sigara içirtmeyerek, ahlak ve sorumluluk fotoğrafları çizip, sahte bir duyarlılığa oynayabiliyor.

Sigara fabrikalarından nemalananlarla, silah fabrikalarından nemalananlar arasında kapitalist zihniyet açısından fark olmadığına göre... Artık; sigara kartelleri silah kartelleri kadar iki yüzlü ahlakı ''besleyerek'' güç yaratamıyorlar mı? Yoksa, sigaraya alıştırmaktansa suça alıştırmak daha mı kârlı?


Görsel: Widelec.0rg

1 Şubat 2010 Pazartesi

Senfonik Konser: L.V. Beethoven

Konser cumartesi akşamı 20'de büyük sahnedeydi. Hafta içi yağan kara inat enfes bir bahar havası vardı ve salon, verilen emeklere yakışır bir şıklıktaydı. Repertuvarı oluşturan eserler özenle ve bilinçle seçilmişti.

Üzerine bir sürü övgü dizilmeyi ve bir konser yazısının içinde özel bir paragrafta söz edilmeyi fazlasıyla hakeden kişi: Yeni Yıl Konserinde oluşturduğu şahane ve coşkulu repertuvarla kentin hevesli izleyicisini ele geçirmeyi başaran, işini kocaman bir yürek ve aşkla yapan, bir klasik konseri algılara yer etmiş resmiyetinden alıp sıcacık bir hale sokmayı başaran Samsun Opera ve Balesinin güleryüzlü Orkestra Şefi ve Müzik Direktörü Markus Baisch'dır.

Gece, Almanya doğumlu şahane insan Markus Baisch'in geleneksel hale getirdiği keyifli ve örnekli açıklamalarıyla başladı. Kendine has Türkçesiyle Baisch, Beethoven'la ilgili genel bilgiler verdikten sonra, konserde çalınacak parçaların temaları üzerine açıklamalar yapıp aynı zamanda o bölümlerden kısa kısa parçalar çaldırarak izleyiciyi bilgilendirdi.

Konser, Goethe'nin aslının tersi bir karakter olarak betimlediği ve bu durumu 'ozanların tarihçi olmadığını unutmayalım' cümleleriyle açıkladığı kişilik üzerine yazılmış Egmont-Üvertür Op.84 ile başladı. Egmont öyküsünün ve Beethoven'ın genel karakterinin bir yansıması olan kader sürecinin ilk aşamasındaki belirsizliğin ürkütücü sesleriydi, salonda ilk yankılanan.

Sonra, kaderi değiştirmek için verilen mücadelenin özgürlük yolundaki tadını duyumsatan seslerin ardından zaferin notaları duyulduğunda, salonda yükselen konsantrasyon; izleyicinin, konser boyunca çalınan her eserle çıkacağı keyifli müzik yolculuklarından aynı lezzetle salona döneceğinin işaretiydi.

Konserin ikinci parçası, uzun ve çalınmasının güç olduğundan dolayı piyanistlerin pek el atmayı düşünmedikleri vurgusu yapılan Piyano Konçertosu No.5 Op 73 idi. Solist Yeşim Gökalp öyle bir el attı ki besteye, orkestranın görkemli girişinin ardından piyanonun tuşlarına dokunan sihirli parmaklarından çıkan her ses, lirik bir su gibi akmaya başladı. Olağanüstü keyifli doğaçlamalarla aldı götürdü tüm salonu Yeşim Gökalp... İkinci bölümdeki yaylıların resmedişi müthişti ve ardından gelen üçüncü bölümün canlı ve şenlikli havası muhteşem bir tat bıraktı salona.

İkinci yarıya geçmeden önce Macar baş kemancı (Konzertmeister) Ildigo Moog'la ilgili bir paragraf açmak istiyorum. Şahane bir müzik kariyerinin ardından şehrimiz orkestrasında görev almış olması ekstra bir şans kent insanları için... Zarafeti ile salona olağanüstü bir renk katıyor kendileri... Eser başlangıçlarında gözlüklerini takışındaki edaya bayılıyor, sahnedeki duruşunun orkestranın genç haline neler kattığını çok iyi seziyorum.

Şahane bir ikinci yarıydı. Kısa bir eser tanıtımının ardından Marcus Baisch'in ''Şimdi bu muhteşem orkestra bu eseri sizler için çalacak,'' cümlesi, coşkunun ve ihtişamın sinyalini vermişti. Senfoni No.5 Op.67 bütün bölümleriyle olağanüstü güzel çalındı. Ama eserin ikinci bölümünde oldukça lirik haline vurgu yapan başta viyolonsel ve kontrbas olmak üzere tüm yaylıların neşesi olağanüstüydü. Tüm çalgı gruplarıyla birlikte nefeslilerin de sahne aldığı zafer bölümü, orkestranın coşkulu çalışının doğal bir yansıması olarak seyircinin yüreğinden kopup gelen alkışlarla sonlandığında, salonda uçuşan duyguların armonisi muhteşemdi.

Herkesin cumartesi gecesine bu konseri ve seçilen eserleri çok yakıştırdığı yüzlerinden okunuyordu. Salonun yaş dağılımı ve genel ilgi, şehrin bu sanata sahip çıkışına hoş bir vurgu yapıyordu. Uzun bir suskunluk döneminin ardından resmi açılışı yapılan binanın tüm alanlarıyla canlı ve yaşıyor olduğunu hissetmek büyük bir keyifti. İşin özü; orada olanlar için sipper* bir cumartesi gecesiydi.

*süperin en coşkulu ve ötesi haline vurgu yapan, ve bu blogda sıkça kullanılan imalat bir sözcüktür.

Bir Kaç Balyoz Darbesi

Öncelikle militarizme ve onun her türden uzantısına karşı olduğumuzu belirtmeliyiz mi?

Türü ve yararı ne olursa olsun her türden darbeye karşı olduğumuza vurgu yapmalıyız ?

Askerin sanki bir partiymişçesine görüş belirtip gündeme ilişkin sözleri kamuoyu önünde propaganda tonunda söylemeye hakkı olmadığını düşünmeliyiz mi?

Sonradan siyasete giren bir takım askerlerin vakti zamanında bu ülkenin bir bölgesinde orman yakmaktan dışkı yedirmeye, köy boşaltmaktan faili meçhullere kadar bir çok gayri insanı önleme imza atmış olduklarını sorgulamalıyız ?

Araştırmalarda en güvenilir kurum çıkma halinden ve bir kısım kamuoyunun kuruma duyduğu sempatiden güç alan bir takım komutanların gündelik siyasete bulaşmalarına, polemik çamuruna batıp kurumlarının ağırlığını tüketmelerine üzülmeliyiz mi?

Halkın vergilerinden oluşturulmuş silahlı gücün olanaklarına sırtını dayayarak halkın tercihlerini yok sayan, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir." sözünü görmezden gelen bir avuç askerin kendi tartışılmaz doğrularından yola çıkarak ülkeyi ayar etmesine ayar olmalıyız ?

Elinde silahı olmayan Tapu Kadastro Genel Müdürünün bu güce ulaşamayan şanssızlığına da şefkat duymalıyız ?

Bu ülkede askerlik yaşı geldiğinde silah altına alınanların dışındakilerin, asker olmaları konusunda gırtlaklarına basılmadığını bilmeliyiz mi?

İç siyasette kendi başarısızlıklarını bir türlü göremeyen, iktidardaki rakiplerini alt etmek için siyasi alanda fikir üreterek, daha fazla çalışarak mücadele etmek yerine askerin gücüne sırt dayayarak o kurumu günlük siyasete sokan siyasi parti başkanına da yeter artık demeliyiz mi?

Bütün bunlara rağmen...

Gazetelerde yazıldığı sayıda komutanın ve subayın katıldığı herhangi bir plan tatbikatta ya da seminerde, gazetenin iddialarının içinde olduğu bir sunum gerçekten yapılırsa ve üzerine beş bin sayfalık metin de yazılmışsa zaten darbe olur mu?

Önceki paragraftaki duruma bakıp bu türden düşünceleri aklından geçirecek sapkın fikirli askerler yoktur diyemeyiz mi?

Plan tatbikatın ne olduğunu bilenler(!) olarak, önceki paragrafın birinci cümlesinin altını kalın kalın çizip, o kalabalıktaki sunumlar, seminerler ya da plan tatbikatlarda cami uçurmalar, kendi uçağını vurmalardan ve darbe planlarından bahsedilemez diyebiliriz mi?

Ama şunlar olabilir mi misal?

O toplantı, plan tatbikat ya da adı her neysenin içinde bulunan ve orada normal bir sunum yapan yetkili biri; tüm o kabul edemediğimiz senaryolarında içinde barındığı sapkın fikirlere sahip olabilir mi?

Tüm bu fikirleri de kendisiyle aynı düzlemdeki bir grupla başka yerlerde paylaşabilir mi?

Aynı ortamlarda sıklıkla bulunmuş ve o grupla birlikte hareket eden bir başka sapkın fikirli kişi, zaman içinde pozisyon olarak istediği yere gelemediğinde kazık yediğini düşünerek "Ben size sorarım." duygularının harekete geçmesi sonucunda da suçsuz metinlerin içine suç teşkil edenleri şırıngalayıp servis edebilir mi?

Bir gazeteci arada bir de olsa "Neden bu dosyalar hep bana gelir." diye düşünmeli mi?

"Yahu neden bu belgeleri bana getiren vatanseverler(!) vakti zamanında değil de üzerinden yıllar geçtikten sonra gündeme taşırlar." diye sormalı ?

Gündem üzerine oynamak isteyen kişiler(ülkeler) insanların meslek hırslarını, meraklarını, ön yargılarını, kendi inançlarına olan samimiyetlerini, kendi dünyalarının kaf dağında yaşama hallerini fark ederler mi?

Dolayısıyla hangi türden haberlerin üzerine kimlerin atlayabileceğini gayet iyi bilirler mi?

Hepimizde bir nebze de olsa önümüze gelen bir durumu kendi inançlarımıza, sempati ya da antipatilerimize göre yönlendirerek anlatma huyu vardır ?

En demokrasi aşığı ve en hukukçu cumhurbaşkanlarımızdan biri, rektör atamalarında en çok oyu alanı değil de kendi değerlerinden bakarak uygun gördüğünü görevlendirdiğinde biz demokrasi aşıkları, bu yapılanın demokratik kurallara aykırı olduğunu haykırmıştık ?

Askeri seven vatandaşlar olarak bir darbeyi sevip bir darbeyi sevmediğimizi fark ederek demokrasiye daha çok sahip çıkmayı düşünüp, her seferinde ağlaya ağlaya askere koşmasak da oy verdiğimiz partilerin çakılı başkanlarına sesimizi duyursak ?

Bir başbakan, bütün uluslararası ilişkilerdeki gücünü varlığından aldığı bir kuruma imalı laflarla babalanırken ve şüpheli bir darbe senaryosu üzerinden mağduriyetin keyfini çıkarırken bir eylül ayında gerçekleşmiş olanından hala hesap soramıyorsa; bu, miyavlamak anlamına gelir mi?

Vakti evvel bir zamanda bir büyük ülke, bir küçük ülkede olan bir darbe üzerine "Bizim çocuklar yaptı." diye sevinç naraları atmıştı ?

Sonra yeşil kuşak denen bir hatta bir kaç darbe ve karışıklık olmuştu mu?

Yeşil kuşaktaki ülkelerden birinin darbecisiyle bizim darbecimiz kardeşlik ilanı vermişlerdi mi? Küçük darbeci bizim ordumuzda eğitim görmüştü henüz genç bir subay iken... Hatta siyah beyaz formalı bir takımımızın hasta taraftarıydı kendileri mi?

Yeşil kuşak bir projeydi mi?

Ilımlı islam diye güncellendi mi?

Partisini kurup ilk seçimlere katılacağı dönemde bir takım cemaatlere mensup yakın arkadaşlarımız; siyaset tartışmalarında, seçim öncesi görüş alışverişlerinde -ülkemizde en değerli icazet referansı olan- bir büyük ülkenin de liderlerini çok tuttuğunu ve istediğini, kar suyu gibi kulaklarımıza üflemişlerdi mi?

13 eylül sabahı darbeye gerekçe olan kargaşa şıp diye kesilmişti mi?

O darbe Türkiye'deki güçlü ideolojilerin önünü kesip tasfiye etmişti mi?

Biz demokrasicilik oynarken, ülkeyi sivilleştiriyoruz derken birileri, ülkedeki muhalif siyasetçilerin haline de bakarak keyiften gülüyor olabilirler mi ?

Biraz düşünsek mi?

Personelinin büyük çoğunluğu aydın ve uzak görüşlü olan ordumuzu hep birlikte siyasetin içinden çekip alarak bir kaç ihtiras sahibinin kendi emellerine alet edebileceği bir kurum olmaktan çıkarıp layık olduğu ve hak ettiği yere oturtsak mı?

Söz gümüşse sükut altın mı?

Masada Bir Frittatamsı...


Selam verip geçen karın ardındaki hava, güneşli bir ürperti yaratıyordu. Deniz kenarından yürüdüm pazara doğru...

Yaşlı kadının, kocaman binalara anarşist bahçesinde yetiştirdiği (ince) pırasalardan aldım yeteri kadar.

Doğradım onları parmaktan ince... Döktüm zeytinyağını tavaya... Ekledim pırasaları ısınınca yağ... Kattım tuzunu, karabiberini... Kapattım üzerini... Arada bir karıştırdım sebzeyi... Aldım raftan bir kap; rendeledim içine beyaz, kaşar, köy peyniri... Ekledim maydonozla dereotu... Kırdım içine yumurtaları... Tuzuydu, karasıydı, kırmızısıydı derken çeşniledim mamayı... Kattım içine pişen pırasaları... Karıştırdım hepsini ... Isıttım fırını ikiyüze... Döktüm karışımı borcama... Sürdüm borcamı fırına... Kanaat getirdim olduğuna... Aldım getirdim sofraya...

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP