sergiler... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sergiler... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mart 2018 Cuma

Üç Sergi, Kadim Lokantada Bir Öğle Yemeği ve İstanbul


24 Mart Cumartesi 

Bundan öte yurt içi seyahatlerinizde 45 dakika önce check-in işlemlerinizi tamamlamalısınız diyor Pegasus. İktidar partisinin 6.olağan il kongresi olduğunu ve de cumhurun başının kongreye katılacağını düşünürsek, alınacak güvenlik önlemlerinin boyutunu da öngörebiliriz. O halde erken çıkmakta yarar var. Bizi havaalanına bırakacak kardeş arabayı çalıştırmış ve bekliyor. Son kontroller de tamam. Asansör, bahçe kapısı ve günaydın. Önce ennnnnnnnnn bayıldığım yol arkadaşımı almak için ona doğru gidiyoruz. Arabasını dönüşte ineceği servis noktasına park etti. Hoppidi hoppidi geliyor

"Günaydın."

"Günaydın."

Salih Usta'ya uğramadansa asla! Kardeş sanayide esnaf kahvaltısına gidecek, o nedenle istemiyor.

"İki tane kıymalı, iki tane de patatesli kol böreği lütfen."

Allahtan yol boyunca bir kez durduruluyoruz, onda da arabaya bir göz atıp yol veriyorlar. Elbette ki geyik yapmaktan geri kalmıyoruz. Çevre yolunda bir aracı sağından geçerken, sola giremeyeceğini anlayıp da öndeki kamyonları sağlayan kardeşe de olmazsa olmazımız olan ayarı veriyorum.

Alanda 6 adet silahlı helikopter bekliyor. Uçuşumuz gelecek uçaktan epey önce olduğu için henüz bir kargaşa yok ortamda. Sırt çantalarımızı verip uçuş kartlarını alıyoruz. Bistroya konuşlanabiliriz.

"İki Amerikano lütfen."

"Özür dilerim, elektrikler yok, o nedenle yapamıyorum."

"Bekleriz."

"Bir 15 dakika sürer muhtemelen."

"Sorun yok."
.......
......
......

"İki çay lütfen."

"Kahve için kusura bakmayın lütfen."

Kibar ve tatlı kız.

Böreklerimiz şahane.



Güzel kalkış, bulutların üzerindeyiz. Neredeyse teker koymaya yakın görünüyor Sabiha Gökçen. Enteresan... ilk kez Havabüs için kuyruktayız. Aracın kapısı açık değil ve üzerimdeki montu kapüşonlu ile değiştirmediğim gibi su geçirmez ayakkabılar da çantada. Hava şehrimizin aksine burada sert. Rabbimin hikmeti işte. O an ufak bir serzeniş hissetsek de kadim bir hayalin gerçekleşeceği akşam yemeğinde çok anlamlı olacak kuzey sertliğindeki hava.


Taksim'de iniyoruz. Küçük vadinin karşı yakasındaki binalar bir sonraki sefere kesinlikle yok. Kentsel dönüşecekler. Uzun yıllara yayılmış çok keyifli bir dostluğumuz var bölgeyle. Çocukluğumu bilir benim. Türkiye'nin yedek parça sektörünün kalbinin yıllarca attığı yerdi burası. Şimdi yerinde olmayan, çekindiğim için bir türlü giremediğim Çin lokantası ne kadar ilgimi çekerdi. Şu köşede Vatan Ticaret vardı. Esnafın âlâsı Nuri Amca. O mağazanın hikayesini yazsam sonu Vatan Bilgisayar'a varır mesela. Taksim'in o yıllarını, sektörün gelişimini ve değişimini, farklı kökenlere ve dinlere mensup eşsiz karakterlerini kesinlikle yazmalıyım.

İstiklal'e girdik, caddenin düzenlenmesinde açıkçası koparılan kıyamet kadar bir çirkinlik göremedik, saksılarda ağaçlar arandık sağda solda ama yoktular. Haaa ruhunu yitiriyor mu bölge dersek, gündüz olmasa da gece yitirdiği kesin. İranlı olduklarını düşündüğümüz gençlerin yaptığı müzik latin kokuyor ve çekiyor. Tam Fransız Kültür'ün önündeler, güzeller ve güzel de çalıp söylüyorlar. Şarkı bitiğinde alkış kıyamet. Dinleyenler mutlu. Kasa fena değil.

Henüz yazılmamış iki İstanbul seyahati gibi bir hedefe odaklıyız yine. Bu öyle bir ukde ki içimde, anlatılamaz. Yıllarca her İstanbul dönüşünde, Gümüşsuyu Ulusoy'un eski yerinde beklerken 21 otobüsünü, önüne gidip gidip dönerdim onun, önceleri, tıfıl bir çocukken çekinirdim. Sonra benim kadar istemeyen insanlar oldu yanımda. Ama şimdi!

Önce öğlen yemeği yemeliyiz, sabah kahvaltı ettik de sayılamaz. İstiklale gelince iyi yemek nerede yenir? Kesinlikle Hacı Abdullah'ta.  Genç bir kadın karşılıyor kapıda, sonra da kadim garson. Yemeklere bakıyoruz tezgahtaki. Gerçi bakınca kafa karışıyor, seçim zorlaşıyor ama ben beğendili kebabı daha bu seyahati planlarken koymuştum kafama.

"Bana beğendili kebap lütfen."

"Ben yarım bamya çorbası, yarım da beğendili kebap alabilir miyim lütfen" 


İlk kez mekanın adı Hacı Salih'ken sevmiştim kendisini. En sevdiğim iki arkadaşımdan diğeri ile gelmiştik. Usta çırak zincirinin devamında tekrar adı Hacı Abdullah'a dönüşse de ilk kez Hacı Salih'ken yediğim lezzette en ufak bir kayıp yok.

Ennn sevdiğim kadın benden uyanık davrandı, yarım bamya çorbası ve yarım beğendili kebap çifte kavrulmuş gibi. Aslında bir tabakta istediğiniz kadar farklı yemeği bir araya getirebilirsiniz. Ben beğendili konusunda nettim, lakin bamya çorbasının tadına bakmadan geçemem. Hımmmmm... tek kelime ile muhteşem.


Yemekler damakları tahrik edince kısa bir istişare sonucu pilav ve komposto ilave etmeye karar veriyoruz. Seçim ennnnnnnnnnnn sevdiğim kadına kalıyor. Bizzat gidip bakıyor, elbette fotolarını da çekiyor ve ayva kompostosunda karar kılıyor.


Artık neredeyse hiç bir lokantada rastlayamadığımız pilav geliyor, arpa şehriyeli elbette. Ne güzel... Komposto ölmelik. Olağanüstü bir lezzet, her zamanki gibi. Karanfil, biraz tarçın, ayvanın lezzeti, renk uyumu gurmik bir senfoni. Kaseye giren kaşıkta kesinlikle pilav taneleri olmalı.  Türk Mutfağı ise kesinlikle yaşamalı. Yeni nesiller de şehriye ve pirinç tanelerinin kaldığı kaşığı kompostolara daldırmalı ve ölmeli.


Kahvelerimizi içip muhteşem bir öğle yemeği keyfi yaşamanın ardından, herkese teşekkür edip, 106 TL tutan hesabı ödeyip vuruyoruz çantalarımızı sırtlarımıza. Önünden geçerken dikkatimizi çeken Yapı Kredi Kültür merkezindeki sergiyse bingo. Kesinlikle görmek istiyordum ama burada rast geleceğimi bilmiyordum. Günün bonusu.

Odakulenin hemen yanındaki sokaktan Meşrutiyet Caddesine doğru kıvrılıyoruz. Gidilecek mekanla uyumlu otel seçme konusunda bir kez daha tam isabet yapmış mıyım bakalım. Bu kez kendime fazlası ile güveniyorum.

Veee ta ta ta taaaaaaaaaaaaa... huzurlarınızda Palazzo Donizetti. Adını vakti zamanında aynı sokakta oturmuş, Sultan II.Mahmut döneminde ülkenin ilk askeri bandolarını eğitmiş  paşa unvanlı İtalyan Giuseppe Donizetti’den almış, ihtişamlı ve şık girişi ile etkiliyor insanı.

Resepsiyondaki hanımefendi yakışıyor binaya. Sıcak bir karşılama. Asansör kadim. Odaysa umduğumuzdan güzel, adeta bir suit. Hani yazar olsam oturup burada yazarım kitaplarımı, burada kabul ederim dostlarımı. Takılırım Asmalımescit'in mekanlarında. Dalar giderim Pera'ya... İtiraf etmeliyim ki şu cümlelerin hepsini sarf ediyorum odada. Üstelik kahvaltı ve yemek salonu Altın Boynuz manzaralı. Kullanmıyoruz. Kusurları da var elbette. Onlar saati geldiğinde.

Kısa bir dinlenmenin ardından, çıkıyoruz sokağa, Galata Kulesi görüş alanımızda. Ona doğru yürüyüp, Tünel'e doğru vuruyoruz ara sokağa, Antiochia'nın önünden geçip çıkıyoruz İstiklal'e. Rezervasyonumuz saat 19'a. St.Antuan'a bir uğrayalım ama.



Şehirlere Alışamadı

Hemen söylemeliyim ki her aşamasında küratörlerini çok takdir ettiğim, yazara yakışır bir sergi bu.  Hikayesini güzel anlatıyor. Kendi çektiği fotoğraflar etkileyici. Duygusu geçiyor insana. Bulunduğu şehirlerde yazdığı hikayeleri ve şiirleri destekleyen şarkıları isterseniz her birine yerleştirilmiş kulaklıkları takıp dinleyebiliyorsunuz.


Tren sesini duyduktan sonra projeksiyonla yansıtılan demir yolu görüntülü perdenin arasından geçtiğimiz kısmın iki yanına döşenmiş sembolik raylar zekice. Oradan çıkınca camdan bir Sabahattin Ali karşılıyor. Duygusu muhteşem bir an. Gözleri yaşarıyor insanın ve bir sızı yerleşiyor kalbe. Düşünenlere ve o şekilde yerleştirenlere alkış.


Yazarın baktığı yerde eşi Aliye ve kızı Filiz Ali'nin olduğu bir fotoğraf var. Birbirlerine bakıyorlar. Uzaklar yakın oluyor. Hasretin dramı göz uçlarınıza damlalar sıralıyor. Kalbinizi muhteşem bir sıcaklık sarıyor..


Eğer salona koyulmuş üzerinde yeşil zeytinler olan zeytin ağacı ile iki arkadaşı bir kompozisyonda birleştirirseniz, kesinlikle kendinizi o yıla ışınlayabilirsiniz. Sergiye ilgi yoğun. Halkımız seviyor Sabahattin Ali'yi. Her siyasi görüşten insanlar üstelik. "Abi," demişti gözleri parlayarak, bizim inşaatın mobilyalarını monte eden ekipten, Adıyaman'daki bir zatın müridi de olan genç çocuk. "Eşime doğum gününde bir kitap almak istiyorum." Gözlerindeki heyecan aşkının açık bir kanıtıydı. Gurur duyuyordu karısının üniversitede öğrenci olduğunun altını çizerken. Sevdiğinin o anı, ona olan hayranlığını görebilmesini o kadar istemiştim ki. Madonna da önerdiklerimden biriydi. Ertesi gün gözlerindeki ve sesindeki titreyişte görmek gerekirdi mutluluğu. Bi tanesi o kitabı okumayı çok arzuluyormuş meğerse.


"İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatılırken Akdeniz aklıma geldi; Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi- kucak açmayı bu adla anlatmak istedim," demiş İlhan Koman. İki kez fanatiklerin saldırısına  uğrayıp birinde ancak kolu kırılabilen bu demirden heykel artık huzur içinde bulunduğu yerde... kocaman kucaklıyor insanlığı. Gece ona doğru yürürken ki görkemi muhteşem. 


Hera Büyüktaşçıyan, Ali Taptık ve Marco Di Giovanni’nin hazırladığı üç sanat projesinden oluşan “Bir Meteliğin Peşinde: İşaretler, İzler ve Hikâyeler” sergisi, Yapı Kredi Kültür Sanat müze katında. Danışmendoğulları, Artukoğulları, Mengüçoğulları ve benzerlerinin başına geçen beyler adına basılan mangırlar ilginç.


“Bir Meteliğin Peşinde: İşaretler, İzler ve Hikâyeler” sergisi, Hera Büyüktaşçıyan’ın ‘Elden Ele, Elden Ötedekine’ isimli mekanik heykeli ki tesadüfen ileri doğru gittiğimde çalışan mekanizmanın harekete geçmesiyle hareketlenen ellerin başında toplanan insanları ürkütme anı ve ardındaki şaşkın kahkahalar eğlendiriyor hepimizi. Giderseniz deneyin. Ali Taptık’ın ‘Apofeni Topografyası’ isimli fotografik yerleştirmesi ve Marco Di Giovanni’nin ‘Bir Koleksiyondan Bitmek Bilmeyen Hikâyeler” isimli hayali haritaları da enteresan.. Görülmeli.


Kitap sitelerinden taksitle de alınabildiği için banka kitapçılarını takdir eder ama zorunlu olmadıkça alışveriş yapmam. Bu kez mangırların olduğu yerden görüntüsü etkiliyor ve çağırıyor. Serginin kitabıyla karşılaşmak, tüm duvarlarımı yıkıyor ve onu alıyorum. İçine saatine kadar yazıp tarih atıyorum. Sergi hatırası. Ennn kitapsever yol arkadaşımsa o dahil bir kaç tane daha alıyor. Başkaları taksitlendirirken bankaların yapmıyor olması yüzünden, bazılarını almasına engel olabiliyorum ama iki tanesi için yapabileceğim bir şey olmadığını kabul ediyorum.


Mağazanın almaya teşvik eden tüm kışkırtıcılığına rağmen iradem galip geliyor ve yürüyoruz caddede. 19'a daha vakit var. Adımlar yavaş, heyecan yükseliyor. Fransız Kültür'ün önünde yine bir grup var. Biz vardığımızda keman çalan güzel kız vedalaşıyor. Yoldan geçerken katılmış, misafir sanatçı. Alıyor alkışları.

Bir fotoğraf sergisi var: İstanbul 365 Gün. Çok âlâ. Çünkü henüz vaktimiz var. Kimlikleri girişe bırakıp bir kart alıyoruz. Fotoğraflar etkileyici, bir çoğunun önünde uzun uzun kalıyoruz. Pek çoğunu da beğeniyoruz. Ama bir tanesi var ki üzerine çok konuşuyoruz. Güzel kadın olmak bu işte. Yaşamdan biriktirilmişlerin yüzdeki yansıması çok güzel. Olmuşluk hali çok zarif. Tartışmasız, saf bir asalet dışa vuran.


  Her anlam içindeki bütünlük parçalar halinde, karelere sığmaya çalışıyor. İhtiyacımız olan sonsuz sanatı sağladığınız için teşekkürler!  

Geleceğin CEO'su 
Onurcan Ç.


Geleceğin ölümsüz sanatçısı 
Berkay B. 


Fransız Kültür'ün kafesini, özellikle dekorasyonda kullanılan renkleri çok seviyoruz. Bir gün yemek yiyip şarap içmeye de geleceğiz. Çalışan gençler kıpır kıpır. Sergi defterine yazılmış bizi fazlası ile gülümseten yukarıdaki cümlelerin sahipleriyse fotoğraf karesinde. Gidip konuşmamış oluşumun pişmanlığını yaşıyorum sonrasında. Çok keyifli bir sohbet olacaktı kuşkusuz.

Rezervasyon saatimize bir kahve içimlik zamanımız var. Hatta biraz da zamana yaymalıyız, kahve içimini. Uzun bekleyişlerin ardındaki kavuşmalara bayılırım. Orayı çok bekledim. Hatta bir ukdeyi canlandırıp yazıya bile döktüm. Eksik olan sadece kar ve buz tutmuş camlar. Bu gecenin ambiyansını hazırlayan melekler ellerinden geleni yapmışlar ama. Dışarıda, içte bir polar mont üzerinde bir başka mont şeklinde dolaşılacak rengi uygun, şahane bir kuzey havası mevcut.

"İki espresso lütfen."


Fransız Kültürden çıkarken asılı afişteki menü dikkatimizi çekti. Hımmmmm bir yaz akşamı için muhteşem olur. Şimdi hedefe doğru yürüyebiliriz. Bir kaç dakika erken gitmemizin bir zararı olmaz. Masanın keyfini çıkarmasını bilen insanlarız. AKM'ye üzülüyoruz ama artık çok geç. Anısı olan mekanların hiç değilse cepheleri sadece yenilense... çok uzun yıllara dayanan bir geçmişleri yoksa içlerinin yenilenmesi çok da sorun değil, çünkü teknoloji gelişiyor.


Önünde karşıya geçiyoruz, kendisine bir selam çakıp Gümüşsuyundan aşağı doğru yürüyoruz. Fischer de kapanmış. Karşıdaki Uzakdoğu restoranında da hayat belirtisi yok. Tarihi an yaklaştı. Şu an önündeyiz. Kapıya giden elim açıyor onu. Bir kaç basamak aşağı iniyoruz. O an, içeri bir göz atınca, anlıyoruz ki bu hayatımızın en güzel gecelerinden biri. Sanki hep buradaydım. İlk andan itibaren bir sıcaklık sarıyor bedenlerimizi.

Isınıyoruz.


Ayaspaşa Rus Lokantasında Romans için buradan lütfen

Döndükten sonra araştırıp bulduğuma göre fotoğraftaki Hanımefendi Madam Lili Barokas'mış, 1933 yılında İstanbul'da doğmuş. Eski balerin olan Barokas bale eğitmenliğine devam ediyormuş. Barokas 50 yıllık aşk evliliğinin ardından 9 yıl önce eşini kaybetmiş. 

İstanbul 365 Gün Fotoğrafları için buradan lütfen

17 Mayıs 2010 Pazartesi

ANADOL Otomobilden Daha Öte Bir Şeydir!

Anadol, dünya otomobil tarihinin en özel markalarından biridir. Onu özel yapan şey; tasarımı ve kaportasında kullanılan malzemesi, yani "eşşek Anadol'u görünce yemeye başlamış" efsaneleri, dolayısıyla samandan imal edildiği iddiaları değildir.
Onu özel yapan; sınıf bilincine dayanmayan bir sosyal yapısı olan ve Amerikan otomobillerinin işgalindeki Türkiye'de üretilen, tasarımı ve markası özgün ilk ve tek araç olmasıdır.

Büyük tüccarlar, toprak ağaları, yeni yeni fabrikatörlerin oluşturduğu üst tabakadan bir zenginliğin simgesi olan görkemli Amerikan arabalarının karşısında; yeni yeni zenginleşmeye başlayan kitlelerin, yüksek kademeden memurların, yeteri kadar zenginleşememiş doktorların, subayların, avukatların, küçük tüccarların tercihi olarak, aynı zamanda bir ideolojik ve "sınıfsal" simgedir de Anadol.

Her Anadol'un bir hikayesi olduğu gibi; her Anadol sahibi olmuş ailenin de Anadol hikayeleri vardır.
Benim için en önemli anı; bir memleket ziyaretine giderken, özellikle ülke çocuklarının ve ülkenin bir bölgesinin geri bırakılmışlığının simgesi bir olaydır. Yıllar önce, daha ilkokulun üç ya da dördüncü sınıfındayken bir yaz tatili yolculuğunda geçmiştir başımdan ve o an, fena şekilde kazınmıştır aklıma...
O yaşlarımda çok da ayrımına varamadığım ve bir komik an olarak niteleyip sıklıkla anlattığım bu küçük olay aslında, ülkenin sosyal ve ekonomik gelişiminin evrelerini anlamak adına önemli de bir nüansdır.
Yine o yıllarda Anadol'lu yolculuklarımızda tanık olduğum bir başka olay daha vardır ki; özellikle bu ülkenin nereden nereye geldiğinin anlaşılmasına olanak tanıyabilecek bir nüansdır o da...
Bizim dedeler memleketi: Önceleri Elazığ'a, sonraları Tunceli'ye bağlanmış olan Pertek kazasının Mercimek köyüdür. Dolayısıyla her yaz yapılan seyahatler, memleketin başka yörelerine de yönlenecek olsa, hep oradan başlar.
Yolculuk heyecanıyla uyur uyumaz geçen gecelerin en erkeninde, o keyifli üşümenin tadıyla başlar yol alma... Samsun'dan başlayan yolculuğun varış noktası Pertek'tir.
Sıcak ve kuraktır güzergah... Tokat çıkışından Gürün'e inişe kadar topraktır yollar. Kelebek camlarından giren rüzgardır serinlemenin tek çaresi... Ön kapı camları dibe kadar inmiştir. Sıcakla birlikte, kurak toprağın tozları da girer camdan içeri... Tokat'ın tam çıkışındaki Cim Cim Lokantasında, Tokat Kebapları beklenip paket ettirilir. Mermerden yapılmış ve ateşi dış yüzeyinde olan özel ocakta, ateşe hiç değmeden taşların ısısıyla pişer; patlıcan, domates, biber, sarımsak, soğan, küçük doğranmış etler ve pirzolalarla bütünlenmiş şişler... Özel ocağın altındaki tepsidedir lavaşlar ve tüm şişlerin suları o lavaşların üzerine akar.... Pişince şişler; tüm malzeme çıkarılır lavaşların üzerine...

Hedef Çamlıbel'dir artık. Karayolları çeşmesinin üst başındaki bir kaç ağacın altında yenilecektir bu lezzetli kebap; ve illa eşlik etmelidir ona, Çamlıbel'in soğuk suyundan yapılacak ayran... Hem Köroğlu hikayeleri anlatılır hem de ta vakti zamanında, bizler henüz yokken ortalıkta, karayollarının Çamlıbel yol yapım şantiyesindeki araçların bakımını yapan babanın o çalışma yıllarında kolundan düşüp de kaybolan saatinin hikayesi... Ha bir de, yola çıkarken arabada çalmak için alınan 45'liklerin arka camının önündeki erimiş haline çözümler aranır, sıcak suda yumuşatıp üzerine koyulacak bir havlu ile ütülemek gibi... Sonra, varınca Malatya'ya; oradaki bir plakçıdan tamamlanır eksikler.
Zaman zaman; onca yokuşu, onca sıcakta tırmanan araba dindirsin diye hararetini; boşa alınıp, salınır rampaların başından aşağıya; rüzgara yüzünü yaslasın ve özgürce serinlesin diye...
Farkındayım ki; geçince Tokat'ı, daldım gittim onca anıya ve unuttum iki olayı anlatmayı...İlk olayım şuydu: Bu yolculuklardan birinde, Malatya'daki akrabalarının ziyaretine gidecek komşumuz bir teyzeyi de almıştık yanımıza... Varınca Malatya'ya, onu bırakmak için şehrin merkezine yakın bir mahalleye girdik. O yaz, hem yolculuğu Akdenize doğru uzatacağımızdan, hem de o teyzenin bavullarını göz önüne alarak... Takmıştık arabanın üzerine bir port bagaj. İşte o mahallede arabanın peşine takılan ve "turist, turist!" diye bağırarak koşturan çocuklardı akılda kalan... Port bagajlı Anadol'du bu imajı yaratan.
Yıllar sonra, büyüdükçe, ülke sorunlarına dalıp merak ettiklerimi öğrenme çabasına girince, biraz biraz da ideolojik bir kimliği üzerime geçirmeye başlayınca farkettim ki; aslında bu ülkenin bir bölgesi nasıl da ihmal edilmiş. Ama her anlamda!

O gün için bize yol eğlencesi olan bir durum, aslında acı bir gerçeğin ve ihmalin çok önemli bir göstergesiymiş: O seyahatlerde üç kardeş arka koltukta oturur, karşıdan gelen arabaların plaka ve marka istatiklerini tutardık. Bazen de tahminler yapar, kimin tahmin ettiği marka çıkarsa ona bir puan verir, belli bir noktaya vardığımızda en çok puanı alanı da ödüllendirirdik. Tüm bu süreçlerde, yol kenarlarında durup "sigara" ya da "kibrit" diye bağıranlar dikkatimizi çekerdi. Bir de "gazete" diye bağırılırdı en çok; yol kenarlarında duran işçiler ve çocuklar tarafından... Ve tüm bu süreç daha Tokat'tan öteye geçtiğimiz an da başlardı. Biz de, o gün arabada bulunan gazeteleri atardık insanlara... Sonraki yıllarda kış boyu biriktirdiğimiz gazeteleri ve dergileri de yüklemeye başladık bagaja. Ve tüm yolculuk boyu, o gazeteleri ve dergileri atmaya başladık insanlara... Başlangıçta ve o yaşlarda eğlenceli bir oyun olan bu durum zaman içinde; tüm yaşamımdaki siyasal tartışmalarda, özellikle belli bir coğrayadaki başkaldırıların nedeni anlamında mihenk taşı bir sosyolojik veri olacakmış da haberim yokmuş.
İşin özü Anadol sadece bir otomobil değildir. Anadol bir süreç ve tarihtir. Adından da anlaşılacağı üzere ve simgesi ile, geçmişten bugüne bir Türkiye panaromasıdır. Bugün, Türkiye'nin pek çok şehrindeki farklı yaşlardan ve meslek gruplarından insanı birbirleriyle ilişkilendiren, bir araya getiren, şenlikler düzenleten, onları bir kulüp etrafında örgütleyen sosyal bir olgudur Anadol
Gelirsek ilk hali bu olan Anadol'un hikayesine: Araç emekli bir deniz albaydan satın alındı. Yani ilk sahibinden... 1974 model, Akdeniz A1 bir tipi bir Anadol bu...

İlk modellerinde ön farları yuvarlak, arka stop ve sinyal lambaları da daha küçük olan marka; o yıllara göre önemli bir değişiklikle farlarını kare yapıp, arka stop lambalarını da uzatarak yeni bir heyecan yarattı ve artık Anadol'un, bir de Akdeniz tipi oldu.
74 model ve yatmakta olan araç; erkeklerin balkondan görüp de göstermek için içeriden eşlerini çağırdığı, bazı otomobil dergilerinin resimlerini yayınladığı, son model araçlardan daha çok ilgi çeken, evdeki diğer otomobillerin pabucunu dama atan yeni haline büyük bir heves ve çabayla getirildi. Herşeyi tek tek elden geçirilen ve yenilenen bu aracın tüm parçaları orijinaldir.


Önce bir atölyede parçalara ayrılan aracın kaportası elden geçirilirken motor, ön takım ve diğer aksamlarındaki yenileştirme çalışmaları da tümüyle orijinal yedekler kullanılarak tamamlandı.

Boyaya hazır hale getirilen araç, Türkiye'nin en önemli oto boyacılarından Hamdi Şenkal'ın atölyesine getirildi. Bu araba; otomobili ona boyatabilmenin prestij olduğu Hamdi Şenkal tarihinde yapıma kabul edilen ilk Anadol'dur. Onun denetiminde yapılan kaporta çalışmalarının ardından yine onun atölyesinde orijinal rengi Ürgüp beyazına sadık kalınarak boyandı. Tek üzüntümüz, çok emekle, merakla, hevesle ve titizlikle ortaya çıkmasına sebep olduğu bu aracın boyanıp atölyeden çıkışına, kısa bir süre önce kaybettiğimiz Hamdi Abinin tanık olamamasıdır. Onun yaptığı her işin sonunda duyduğu sanatçı keyfini, o keyfin gülümsemesini resmedememiş olmamız, en büyük üzüntümüzdür.

Emeklerine sağlık büyük usta... Ve çok teşekkürler.


1 Haziran 2009 Pazartesi

La Paragas Galeri'de Pazar Sergisi: Arkiler...1

Öğretmenim Canım Benim

Fotoğraflar:Sanatçı Tırtıl'ın mizansenleri kendi yaratarak çektiği ilk fotoğraflarıdır.31.05.2009-Sinop Gezisi





Muhteşem Dörtlü
buraneros

5 Kasım 2008 Çarşamba

İsteyen Buyursun Gelsin!

Elde yapılacak iş kalmayınca oluşan çok şey yapmak isteyip de yapamama halinde nötr bir vaziyetteyken her şeye (bu halin tatlılığını da sevmedim değil ama içimde de beni kıpırdatacak bir aksiyon ihtiyacı var hani)... Şu an okulu asmış çocuk tadında yapmak istediklerimden biri, atlayıp trene eski kente kaçmak, bir diğeri sinemaya tüymek... Trenin saati günün çok erkeninde olduğu için şu an yerine getirilemez bir eylem bu.

Aslında, asıl yapmak istediğim öğlenin bu saatinde; ama harbiden underground, şöyle bilinmez grupların kendi tarzlarını sahneye koydukları bir mekanda, muhtemelen bu saatlere denk gelecek provalarını izlemek. Bu mekanda şu da olmalı; göz önü olmayan ama gözün mutlaka takıldığı noktalara yerleştirilmiş resimlerden oluşan bir mini sergi. Bir yandan o sergiye göz atarken yeraltına sığınmışlığın yumuşak ışıklarında, ardı işe dönüş olduğundan (gönül başka şeyler istese de) sadece kahve içmek.

Hayallerin sınırı olmadığına inanan ben karar verdim ve kendi mekanımı buraya kurdum. Şimdi arkama yaslanıp müziği dinlerken, resimlere bakma zamanı. İsteyen buyursun, hesaplar benden.



''Resimler Amerikalı sanatçı Madeliene Abling' e aittir.''
Daha fazlası için buradan lütfen!









İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP