Antalya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Antalya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2018 Perşembe

Kaleiçi, Ruhları Dürtükleyen Saatler ve Günden Kalanlar

 Sıralı okumayı düşünürseniz buradan başlayın lütfen.

Öncesi

Dün, yani 7 Lezzetli muhteşem akşamın ardından, hayatımın en büyük pisboğazlıklarından birini kendime yaşattığım kokoreç dükkanının önünden geçiyoruz.

Sen o kadar keyifle içilmiş, gözlerde ve sözlerde kaybolunmuş, muska yapıp kalbin bir köşesinde taşınası gecenin finalinde gaza gel ve kalabalığından da kaynaklı olarak, dolaptan gelen kömür ateşi görmemiş kokoreçleri ızgarasının üzerinde acelece haşlayan, hijyenin hak getire olduğu dükkanda yağmurun da tadına aldanarak kokoreç söyle... Bir de bunu ye. Hani kişisel tarihim affetse ben affetmem derece  aymazlığım için kadim tanrı ve tanrıçalardan, şehrimizin eli öpülesi, yaptıkları işe saygısı olan kokoreççilerinden özür diliyorum.



Hâlâ 26 Kasım 2017

Mevlevihane tarafındaki kapıdan gireceğiz bu kez Kaleiçi'ne; önce, saat kulesinin hemen yanındaki caddeye bakan meydanda bulunan sevimli kulübelere uğrayalım. Onları sevelim. Bu şahane sivil inisiyatife, Kaleder'e, yarattıkları yaşam merkezinin sürdürülebilirliği için katkı yapalım. Bir kaç magnet ya da benzeri eşya alalım. Buraya kediler için yemek bırakan insanlardan yola çıkılarak yaratılmış bu alan; üzerlerinde bağışçılarının adları yazılı, rengarenk kulübelerde yaşayan yaklaşık 100 kedilik bir "köy". Bu sevimli kediler istenirse sahiplenilebiliyorlar. Bir de onları koruyan gönüllü bir abileri var. Adı Aras. Yüreği kocaman, şahane bir köpek. Öylesine gelmiş ve orada kalmış. Kaleder satış noktasının güzel yanı, bir fiyatlandırma ile karşılaşmıyor olmanız. Bağış yapıyorsunuz. Gönlünüzden ne koparsa... Mesela bize kartpostallar hediye ettiler, aldığımız magnetlerin ardından. 


Mevlevihane kapalı olduğu için giremiyoruz. Bu kapıyı tercih etmemizin temel sebebiydi oysa. O halde hayalimizde yaşayıp hissedelim kendisini, ve duyumsayalım mevlevi kokusunu. Bir mozaiktir bizim ülkemiz tekrarının somutlaşmış hali aslında bulunduğumuz alan. Yine katmanlı bir tarihi adımlıyoruz. Aralarında uzun yıllar olan değişik medeniyetlere ait bir çok eser nefes mesafesinde. Mesela Kaleiçi'nden her çıkışta selamlaştığımız Kesik Minare bölge Romalılara aitken tapınak olarak inşa edilmiş, Bizans döneminde ilavelerle hem idari hem de dini amaçlara hizmet etsin diye bazilikaya evrilmiş, Selçuklular gelince de yeniden onarılarak cami görevini üstlenmiş. Kimse kentsel dönüşüm deyip de özünü bozmamış, yıkmamış, dokusundaki malzemelere sadık kalarak ilave yapıp, işlevselliğini bozmadan bugünlere taşımış.


Tabandan ısıtmalı ve de soğutmalı Yivli Minare külliyedeki arkadaşları adına sözü alıp, geçmişi ile övünmeyi pek seven, lakin geçmişinin ruhunu ve derinliğini anlamamış, muhtemel ki hayatında doğru dürüst kitap okumamış, hiç biri üzerine düşünmemiş, "eser" bırakmaktan kastı geçmişin büyüklerine öykünmekten öte geçmeyen, inşaat üzerinden büyünebileceğine inanan müteahhit bakışlı büyüklerimize de diyor ki: "Ağalar bi bana bakın bir de mantar gibi türetip üzerinden siyaseten nemalanmaya çalıştığınız estetik, toplumsal yarar ve niyet yoksunu yeni yaptıklarınıza... ben ve ben gibiler yüzyıllardır tüm insanlığın takdirine mazharken, sizlerinkilerden hiç birinin önümüzdeki yüzyıllarda dahi bizim gibilerle aşık atamayacak olduğunu görün, anlayın ve düşünün".


Marina çağırıyor. Kale kapısına doğru yürüyüp oradan aşağı vuralım. Saat kulesi kafamı karıştırıyor. Genel vurgu II.Abdülhamit tarafından yaptırıldığı, lakin benim kafa dedektif. En ennn ennnn can iki arkadaşımdan adını kılıç sahibinden almış olanının dedesinin vakti zamanında "bir şekilde" eline geçen- ki kendisi eski zamanlarda Atatürk ile yan yana yürüme şerefine ermiş bir polis şefidir-  daha sonra Topkapı Sarayı müzesine bağışlanan ve halen orada olan kıymetli saatlerden birinin Abdühamit'e hediye edildiğini, bundan kaynaklı olarak da kendisinin bir saat meraklısı olduğunu biliyorum. Lakin kafamı karıştıran mimarinin pek eklektik duruyor olması... Bu yazıya girişince, tam da burada merakımı gidermek için Google'a sordum, kaygımı  paylaşır mı acaba? diye. O da şu yazıyı koydu önüme.

Dede başlı başına hikaye konusu edilecek bir şahsiyet. Bir gün, tıfıl bir çocukken en arkadaşımla yaptığımız efsane seyahati yazmalıyım ve orada, gezinin Yalova ayağından, onun yazlığında konakladığımız günden, elbette kızlardan ve onun şahsından uzun uzun söz etmeliyim. Cengiz Han'ın kılıçlarından birini salladığımın da kesinlikle havasını atmalıyım.

  

Kale girişine doğru yürüyoruz, bu kez girişten ileri doğru değil de sağ inişten aşağı vurmak niyetimiz. Sabah uçuşumuz çok erken ve henüz tramvaylar çalışmaya başlamamış oluyor.  Kaleiçi'nden Havaş'la ulaşım zaten sorunlu. O halde taksi. Şişçi Ramazan'dan Kaleiçi'ne doğru gelirken bir taksi durağının tarifesi gözüme çarpmıştı. Kafamda bir fiyat var.  Hemen saat kulesi girişindeki Kale Taksi durağının yazıhanesi önünde oturan, durak kültürü almış, efendiden iki şoföre selam verip soruyoruz. 

"Havaalanına kaça gidiyorsunuz?"

"50 TL."

Sessizce ve kurnazca bekliyoruz. Bir pazarlık söz konusu değil.

"45TL. olur." 

Hala sessiziz, mimiklerimiz konuşuyor.

"40 TL olur."

Anlaşıyoruz.

"Hangi otelde kalıyorsunuz?" 

"White Garden Hotel."

"Sabah birinizin buraya gelmesi gerek yalnız."

Öteki duraktaki tarifede de 50TL. yazıyordu. Bu durumda iki kişi için makul. Zaten sabahın körü için başka alternatifimiz de yok. En önemli meseleyi de hallettikten sonra, huzur içinde Uzun Çarşı Sokak'tan aşağı, limana doğru iniyoruz. İlk göze çarpan hemen yolun başındaki kafe ve şekerci dükkanı. Slav bir hanımefendi, şekerleri orada yapıyor. Kahveli şekerini daha sonra tattım, lezzetli ve eğlenceli. Waffle da var. Bir uğrayın isterseniz.


Çarşıyaysa bayılıyorum. Liman, gemiler, eski zamanlar ve korsanları dolaştırıyorum sokakta. Ganimetlerden paylarını düşenleri harcayan gemicilerin barlardan sokağa taşan seslerini duyuyorum. Sürekli yazıyor beynim ve ben bu durumu seviyorum. Artık bütünleştik sokakla. Dükkanlar sevimli, turistik bir çarşı olması fiyatlar açısından elbette ürkütüyor insanı ama ben deviniminin, baharat kokusunun ve estetiğinin keyfini çıkarıyorum. Tam limana girerken sağdaki küçük, bir o kadar sevimli müze çekiyor dikkatimizi, önünde kalıyoruz. Deniz Biyolojisi Müzesi. Yine tereddüt. Küçümsedim mi ne? Kaptan dürtse içerideyim. Pişmanlık ve onca emeğe haksızlık etmenin duygusu tepemde çekiç gibi.


Kafamın tarihsel senkronizasyonu şu an tamam. Tekneler birbirinden ilginç. Hakkını vermişler kesinlikle. Tur vakti değil ve olsa da bizim vaktimiz yok zaten. Güne damgasını vuran renk kurşuni bir mavi. Masal anları daha da gizemli kılmakla kalmayıp, şimdiki zamandan soyutluyor bizi. Mekanlarsa çekici. Çağırıyorlar. Ruhları kıpırdatan bu saatin tadını çıkaranlar da var elbette. Keyfince yaşıyorlar. Mesela şu iki genç hanım, usulca içiyorlar beyaz şaraplarını. Hoş ve sade bir masa. Günün ruhları dürtükleyen saatine pekala yakışıyor. Kıskanmamak elde değil. Yarasın. Neredeyse her bir teknenin önünde kalıp, çekici süslemelerinden hareketle hikayeler yazıp, hayaller kuruyoruz üzerlerine. Sonra, mendireğin üzerine çıkıyoruz. Beydağlarına son kez selam çakıyoruz. Balık tutanlar, sarmaş dolaş olanlar, poz poz selfi çekenler, balıktan dönen küçük tekneler, ruhları dürtükleyen saatin çekici güzelliği besliyor bizi. Aklımıza notlar düşerek, usul usul tırmanıyoruz merdivenleri.


Sokakları tavaf ederek ağır adımlarla yürüyoruz otele doğru. Kaleiçi'nde olmak bir başka ülkede yaşamak gibi. O bir başka ülke olunca Antalya da bir başka ülke oluyor doğal olarak. O bize benziyor ama. Kaleiçi sanki surlarla kendini ayrıştırmış, saklı, güvenli, daha demokratik ve kadim bir yer hissi yaratıyor insanda. Oralı olmaya daha yakın buluyoruz kendimizi.

Hava usulca kararıyor. Bir veda gecesi planımız var. Otelde biraz dinlendikten sonra, son kez ve akşamın güzelliğine yaslanarak, ışıkları yanmış mekanlarını kolaçan ediyoruz bu masal ülkenin.  Önce, otelin üst köşesinden gelen müziğin çekim alanına kapılıp, mıknatısına teslim ediyoruz kendimizi. Yaklaşınca görüyoruz ki canlı. Ama öteki köşedeki Dubh Linn de kışkırtıcı. İçimizde İrlandalılar var üstelik. Bu karar zorluğunu aşmak için sokaklarına dalıyoruz akşamın. Her mekan çekici. Gece ve özgürleşmek, ruhları dürtükleyen, her şeyi güzel kılan, kafaları arındırıp güzelliklere odaklayan kışkırtıcı bir şey mi yoksa? 


Yağmurun izleri gittikçe güzelleştiriyor geceyi. Açıkçası her  mekan bir özelliği ile öne çıkıp çağırıyor. Sanki bira isteği daha ağır basıyor, rakı bu kez çelemiyor aklımızı. Hıdırlık kulesinden uzaklara bakıp, derin derin Akdeniz çekiyoruz. Güzelliklerle kalabalık, aynı oranda sakin gece, akşam yemeğindeki evler, perdesi aralık alt katın yemek masasındaki aile, klasik müzik çalan çöp kamyonları, itfaiyenin sireni, yaprakların üzerindeki yağmur çiseleri, birbirinden güzel butik oteller, alafranga tuvaletlerden çiçeklikler yapmış insan aklı ve gecenin kokusu muhteşem. Dönüyor başımız.


Son kararımız ilk kararımızla aynı oluyor. Dönüyor dolaşıyor ve kürkçü dükkanına varıyoruz. Famous Kitchen. İki genç gitar ve mıknatıs gibi çeken ses, başardılar. Mekan hoş, seviyor ve benimsiyoruz hemen. Karşı mekan ve Dubh Linn'le birlikte güzel bir alan oluşturuyorlar. Memnunuz. Garsonumuz genç adam çok tatlı. Hizmetli ve güleryüzlü.

"İki Efes fıçı bira lütfen."

"Bir de karışık tabak."

Islak gecenin serini iki arada bir derede bıraksa da insanı, hem ısıtıcılar hem de sandalyelerin arkasındaki battaniyeler izin vermiyorlar içeri girmeye. Gece, sokak ve müzik büyüleyici. O halde dışarıda kalıyoruz.

Güzel bir veda akşamı mı?

Kesinlikle.

Yan masaya iki genç kız oturuyorlar. Sade bir şıklıkları var. Siyah saçlı olanı bir kadeh şarap istiyor. Diğeri bira. Güzel bir fotoğraf. Ülkemi seviyorum bir kez daha. Bir yudumun ardından şarapla ilgili şikayetini söylüyor genç kız. Tereddütsüzce ve güler yüzle değiştiriyor genç garson. Ve altını çiziyor, "sorun olursa tekrar söyleyin lütfen."  Bir süre sonra bir sağanak başlıyor. İyice parlatıyor geceyi. Brandaların altına sığınan sevimli köpek önüne konulanlarla mutlu.

Biz de mutluyuz, eğleniyoruz ve arada bir de mırıltıyla eşlik ediyoruz şarkılara. Solist ile göz kontağımız var. Takdirlerimizi de bizzat söylüyoruz zaten.

"İki bira daha lütfen."

"Biri 33'lük olsun lütfen."

Genç çocuk bahşişi anasının ak sütü gibi hak edenlerden. Bir de teşekkür edip otelimize doğru yürüyoruz. Islak ve artık üşüten havanın bedende yarattığı ürperti şahane.


Biraz şöminenin karşısında kalıyoruz. Bacaklarımız önümüzdeki sandığın üzerinde. Kanepeye kaykılıyoruz iyicene. Odunun rahiyası ve çıtırtıları fazlasıyla gevşetip, uykuya yolluyor bizi.



27 Kasım 2017 Sabahın erkeni


Çantalar hazır. Son kontroller yapıldı ve bir sorun yok. Son kez aşağıdan gelen odun kokusunu takip ederek iniyoruz lobiye. Arsalan uykudan uyanıp da geliyor zil çınlamasına. Teşekkür edip, anahtarı bırakıp vedalaşıyoruz. Gün ağarmaya çalışıyor. Sokaklar ıssız. Çantalar omuzlarımızda. Damağımızda lezzetli bir tat, ruhlarımız coşkun varıyoruz durağa. Dün konuştuğumuz iki şoförden biri, arabasında.

"Günaydın."

"Günaydın, buyrun."

Ana tramvayın raylarının üzerinden gidiyoruz bir süre, sonra çıkıyoruz caddeye. Hava ıslak, sabahın en erkeni şahane. Yola gitmenin o eşsiz ürpertisi bedende. Karanlığın fermuarını hızla açarak gidiyoruz havaalanına. Muhteşem bir sağanak başlıyor birden.  Neredeyse terminalden içeri girecek kadar yanaştırıyor şoförümüz kapıya.

"Teşekkür ederiz, iyi günler, hayırlı işler."

"Teşekkür ederim, iyi yolculuklar."

Sırt çantalarımızı verip uçuş kartlarımızı alıyoruz. Koltuklarda uyuyan insanları uyandırmaz adımlarla yürüyüp üst kata çıkıyoruz. Bir şeyler atıştırsak  mı? İkramsız uçuş sonuçta.

"İki Amerikano lütfen."

"İki de şu böreklerden lütfen."

Rahat koltuklara konuşlanıyoruz. Kitaplarımız elimizde. Kahvelerimiz geliyor. Mikrodalga görmüş börekler şaşırtıcı derecede lezzetli. Okuduğum kitap şahane. Vakar kelimesinin altını şahane dolduran kıymetli bir uşağın İngiltere kırlarındaki seyahatine eşlik etmek güzel. 2. Dünya savaşı sürecine de dokunan, içinde lezzetli bir aşk da olan naif ve lezzetli bir roman bu. Yazarı Nobel alınca benim fark ettiğim biri. Artık starım ama. Kapıya çağrı başladı. Cam kenarını kapmışız yine. Göklerin Atlantisi ise muhteşem parıldıyor.

6 Mart 2018 Salı

Antalya'da Mutlu Bir Pazar Günü

Öncesi

Senfoni

Yağmur öyle güzel bir kıvamdaki... boş tramvayla beraber tadını çıkarıyoruz ıslanmanın. Gecenin yalnızlığına yaslanmış Antalya'yı, caddelerden geçen bir kaç arabayı, eskinin güzelliğini muhteşem hikâyelere işleyerek zarif dillerle anlatan apartmanların pencerelerinden taşan mutluluklarla katmerleyerek; alabildiğine tadını çıkarıyoruz Akdeniz'in. Gecenin müziğine ritim katan tıkırtılarıyla eski zamanları yad edip, yan camdan  salına salına inen izlerinde kayboluyoruz yağmurun.




26 Kasım 2017, sabah 

İçgüdülerim mi kuvvetli yoksa ilahi güç mü şu hayata verdiğimiz emeklerin hak edişlerini ödüyor bilmiyorum. Ama her seferinde kompakt bir uyumun rast gelişini başka nasıl açıklayabilirim ki... Gün içlerinde yaşanmış mutluluk anlarını tamamlasın, yeni güne mutlulukla yollasın diye mi hep renkleri sakin, mobilyaları uyumlu, karyolaları romantik sevimli odalara... her biri "Evet, biz sizin bu kezki masalınız için buradayız," diyen otellere rast geliyoruz?* Odadan her çıktığımızda, mevsim yağmurları içeri girmesin diye cephesi şu an şeffaf brandalarla kapatılmış kat koridorumuzdan  avlunun ve havuzun mevsimi geldiğindeki halini görüyoruz. Hiç göze sokulmaksızın, her yere zarifçe yerleştirilmiş kadim objelere bayılıyoruz.


Daha basamaklara ilk adımı atmadan karşılıyor melodik çıtırtı ve odunun muhteşem kokusu... İndikçe merdivenleri, o şefkatli sıcağı şöminenin, sarıp sarmalıyor ruhumuzu. Masa mükellef, hatta bazılarını tüketemeyeceğimizden... daha dokunmadan azalttırıyoruz. Omletimiz âlâ. Müzik uyarıcı. Portakal sularımız az önce sıkılıp da geliyor. Kahve kabulümüz. Akşama görüşürüz.


Şu tarihi hamam yaratıcı insan aklıyla ne de sevimli bir hale getirilmiş. Kaleiçindeki bu hamamın ince bir dokunuşla elde ettiği görüntü, çeşit çeşit masalı ve kahramanlarını akla getiriyor kesinlikle. Sevimli bir işçilik, takdire şayan.

Tchibo'ya uğramalıyız; gerçi yanlış yorumlamamızdan kaynaklı bir şikayetmiş bizimkisi, aydınlanıyoruz. Bense aradığımı deniyorum ama denediklerimin üzerimdeki hallerini sevemiyorum. O halde kahve. Hava sabah serinliğinde ama berrak. Yağmur parlak bir gün sunuyor. Dışarıdaki masalarsa çağırıyor.

"İki Amerikano, karton bardakta olsun lütfen."

"Bir dilim de ballı cevizli kek lütfen" 

Hımmm... lezzetli... kendisini medovik sanıyor olabilir mi? Gerçek bir medovik asla olamaz, hatta bizim PastaHane'nin sahibesi Türkan'ın elinden çıkanların yanına bile yanaşamaz, lakin bu da tatlı yahu! Karamelimsi bal-ceviz tadı iyi geliyor sabaha. Kadim bir Rus lokantasında yemek sonrası yenilecek olan medovikin keyfi nasıldır acaba?

Bir süre daha hayal kurmalıyım!


Kahvelerimizle atlıyoruz tramvaya.  Üç Kapılar hatırası olmadan asla. Şahane bir pazar gezintisi bu. Dün akşam gidip gece döndüğümüz yolun gündüzü de çok eğlenceli. İstikamet son durak, dolayısıyla Antalya Müzesi. Önce Konyaaltına ve Beydağlarına bir selam çakalım ama. Şimdi karşıya geçip müzeye girebiliriz. Karton "fincanlarımız" geri dönüşüm kutusuna.


Çapkın delikanlı, düğmeleri orta yerine kadar çözülmüş, sportmen vücuduna yapışık kocaman yakalı beyaz gömleği, siyah İspanyol paça pantolonu, belindeki kocaman tokalı geniş kemeriyle esmer coğrafyalarından Akdeniz'in. Hanımefendi pek asil bir aileden belli. Kumral. Mürebbiyelerle büyümüş. Zarif,  bakımlı ve eğitimli. Delikanlı ne kadar ataksa, hanımefendi o oranda çekingen. Delikanlının bir planı var sabah için, hissiyatımız öyle. Bu kez her ne kadar zapt etmekte güçlük çekiyorsa da tavrını, belli ki saygısı büyük. Pervasız değil, bir özgüven kaybı var. Hanımefendi bir bahane ile çıkmış evden belli. Belki de ilk  buluşması... ama sanki tanıyorlar da birbirlerini. An itibari ile orta refüjün oralardalar. Aşk beklemez eyvallah da... aman arabalara dikkat! Varlığımızı mümkün olduğunca hissettirmeden, usulca geçiyoruz yanlarından.



Müze 

Dışarıdan görünce bulunduğu alanı, ısınıveriyor içim. Bir derin ruh var burada, tıpkı sahil boyunca uzanan 50'li 60'lı yıllar mimarisini onurla taşıyan apartmanlar gibi. Bir sigara içimlik dikiliyoruz kapısında. Yağmur, havanın çok da üşütmeyen soğuğu, banklarda oturan Japonlar, ağaçlık park alanındaki ihtiyar ama gençliklerini de pek yitirmemiş tur otobüsleri müthiş bir uyum içindeler. Yakışıyorlar sabaha.


Koynumda seviyorum müzeyi. En çok da hikâyesi etkiliyor beni. Bir kahramanım daha oluyor: Süleyman Fikri Bey. O, bizim öğretmenimiz. İşgal altındaki bir şehirde, işgalciler tarafından sahiplenilen eserlerin bir kısmını kurtarıp küçük bir mescidi düzenleyerek bu müzenin nüvesini oluşturan arkeoloji tutkunu, Cumhuriyet'e harç taşıyan insan.

Kapıdaki güvenlik görevlisi genç kadın güler yüzle, incelikli bir zarafetle karşılıyor. Çantalar için nazikçe uyarıp kasaların olduğu yere gönderiyor misafirleri.

Müzeyi dolaştıkça Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün değerini, yurt denen şeyin ne kadar kıymetli olduğunu iliklerime kadar hissediyorum. Prof. jale İnan şahsında cumhuriyetle birlikte alanda gördüğümüz kadınlara açılan yolun değerini, ve bu yolda yürümüş, yürüyen tüm kadınları  minnetle anıyorum.

Heykellere, belki de ilk kez, bu kadar derin bakarken bir tanım düşüyor aklıma, daha doğrusu bir eşleme. İlk kez geçmişin heykeltıraşlarının birer romancı olduğunu düşünüyor, bir taş parçasını işlerken aslında satır satır bir roman yazdıklarını görüyorum. İfadelerdeki derinliğe baktıkça, aklıma yazdıkları cümleleri bu kez okuyorum.


Dansçı Kadın, heykeltıraşların birer romancı olduğu benzeşmesini ilk aklıma getiren  oluyor. Muhteşem bir meydan okuyuş var duruşunda... elbisesinin uçuşma hali onu öyle kanlı canlı kılıyor ki... tutkusu yakıcı, vakarı dans adımlarında saklı, ulaşılması cesaret isteyen, belki de bunun yalnızlığında bir kadın. Hani saatlerce önünde kalıp, tüm anlamları hikâyelendirmeye çalışsanız, her seferinde bir eksik kalacak sanki.  Zeus'un kulaklarını çınlatıyoruz elbette. Hınzırca gıybet yapıyoruz. Hermes güzel adam. Kime yakıştırdığımı yazsam mı acaba?


Lahitler bölümü ise başka bir hikâye anlatıcısı. Herakles Lahiti şu an için star konumunda. Kaçırıldıktan sonra bir şekilde ve büyük çabalarla geri kazanılmış olması onu bir adım öne çıkarıp popüler kılıyor.  Bu özellik dışında ondan daha etkileyici olanlar var elbette.

Bunca tanrı ve tanrıçanın arasındayken bir kez daha, aslında tek tanrılı dinlerle çok tanrılı/tanrıçalı dinler arasında çok da farklı bir anlayış olmadığını düşünüyorum. Birinde doğal afetler başta olmak üzere, her olayı adları ile müsemma farklı tanrılara atfederken, diğerinde tüm bu olayları bir tanrıya yüklemekten öte ne fark var ki? Sonuçta iman ve inanç, öğretilen ve insanlara nizam vermek için kullanılan bir şey haline getirilmiyor mu egemenler tarafından. Oysa oku diyor kitabın en başında. Oku.


Tanrıçalar arasından ayırdığım, ayrı baktığım, adı benim hayatımda fazlası ile yer tutan biri var.  Artemis.

Bir gün en amcam, Ankara bürokrasisinin kıymetli insanlarından, ölümü taze bir arkadaşının eşi, oğlu ve kızını misafir olarak getirdi evimize.

Kültürel değil de sınıfsal ve sosyal fark tartışmasızdı aramızda.

Bunu hiç hissettirmediler.

Beğendiğim bir kız vardı; aykırılığını seviyordum.

Ama bu da çok tatlıydı, değişikti, Ankara'lıydı.

Kalbim attı.

O da ilkokul 3.sınıftaydı.

Oyunlar oynadık. Çok sohbetler ettik. Okuduğumuz kitaplardan konuştuk. Her gece uyurken tavanlara bakıp boynumdaki kolyeyi iki parmağımın arasında çevirdim.

Sonra gittiler.

Yanağımda bir öpücük, hafızamda kısa kesilmiş içe kıvrık saçlar, siyah gözler, esmer bir ten, ve yere dizlerimiz üzerinde yan yana oturup üzerinde bir şeyler çiziktirdiğimiz orta sehpa ve bir ad kaldı.

Sonra  mektuplar geldi... gitti.

Son yazan oydu.

Ben bu tür konularda hassas değildim, yazmadım.

Sonra, anladım ki kadınlar hassas.

Niyetinizi doğru okusalar da...

Artemis'ti adı.



Müzenin kahvesini içmeden asla


Müzeye ana kapıdan girip, sağa dönerek salonlara yöneldiğimizde dikkatimi çekmişti müzenin iç bahçesi. Hem kitaplara hem de magnetlere göz atıyoruz. O ara kahveler hazır. Müzenin Kahvesi. Bardakların üzerindeki iki kelime ne kadar anlam katıyor, onu sempatik ve farklı kılıyor Antakya'dan beri... Müzenin tavus kuşu, havalı havalı gelip hemen yanımızdaki camdan içeri bakarak denetliyor durumu. Elleri belinin arkasında bağlı, göremediği noktalar için eğip bakıyor başını...  Müzenin kedisi ise iç denetim sorumlusu, dolaşıyor Müzenin mağazasını.


Sergi salonunda Faruk Manici'nin Boyalı Kuş adlı seramik sergisi var. Beyaz ve mavi tonları hakim. Akdeniz kokulu. O halde kıyısına. Çekelim bir kez daha Akdeniz ve dönsün başımız. Önce bir tarif almalıyız. Müzenin kapısındaki taksiciye soruyoruz. O da bir arkadaşına soruyor telefonla. Sonuçta bulunduğumuz noktadan gidemeyeceğimize karar veriyor. Anca taksi ile gidebiliriz aşılaması aslında yaptığı. Oysa deniz kentlerinde yaşayan insanlar bilir ki deniz şehirlerinde kolaydır bir yeri bulmak.


İniyoruz, çıkıyoruz, yürüyoruz, duruyoruz, içimize çekiyoruz kokusunu. Kaleiçine selam yolluyoruz. Kuytular bulup çıkartıyoruz. Tam uca koyulmuş boş iki koltuğa hikâyeler yazıyoruz. Ufacık bir kayayı zemin yapıp adeta mini bir balkon gibi denizin üzerine uzanan saklı kulübeye bayılıyoruz. Şurada iki bira çaksak mı, diyoruz. Doyamıyoruz.

Öğleni çoktan geçtik. Tramvay geldi. O, raylarla oluşturdukları şarkıyı terennüm ederken biz camdan aşağı doğru kayan hüzün yaşlarının arkasından bakıyoruz eskinin güzelliğini yansıtan, ve ne yazık ki sırasını bekleyen "Yeni Türkiye" kurbanı apartmanlara. Biliyoruz ki bu bir veda.

Kaleiçinde iniyoruz. Tanıdığım en kedi sever yol arkadaşım kediler için magnetler alıyor. Şimdi kendi beslenmemiz için Kaleiçine sırtımızı verip yukarı doğru, çarşı içinden yürümemiz gerek.


Şişçi Ramazan

Son kez bir simitçiye soruyoruz çıktığımız yokuşun başında. Biraz ilerde solda, diyor. Gördük. Fenerbahçe de Antalya'da.  Formalarını giymiş aileler stad yolunda. Camla çevrilmiş bölümün kaldırıma sıfır, bulvarı bir ucundan diğerine gören bölümüne oturuyoruz.


 "İki köfte ve bir piyaz lütfen."

Acar garson siparişleri alıyor. Masa önce garnitürlerle donatılıyor. Piyaz Antalya usulü, tahinli, domatesli... kendine özel sosuyla  farklı bir lezzet. Ben köftenin yanında bildiğimiz klasik; taze yapılan, soğanlı, sirkeli, zeytinyağlı piyazdan yanayım normalde, lakin burası Antalya.


Şiş köfte tabağı güzel, kızarmış biberler ve közde terletilmiş soğanlar yeterli. Bıçak kıyması olduğu belli. Köz tadı üzerinde. Olması gerektiği kadar yağlı ve tuz baharat oranı kararında. Yağlanmış pideler harika. Seviyoruz kendisini. Benim garnitürüm daha çok şeklinde bir yarış var artık piyasada. Oysaki önden gelenler bir şekilde bastırıyor ana yemeği, doyuruyor gözleri.  Karar verdik ki bundan öte, aşırı bulduğumuzda koydurmayacağız masaya. Mesela burada biz için bir tek roka yeterliydi. Beklerken ana yemeği, rahat duramıyor insan değil mi?  Karın doyurmak için belki âlâ ama yemeği hissetmek isteyen için eziyetli bir hâl kanımca. Kabak tatlısı güzel; tahin, ceviz ve kabakların dişe gelir hâli uyumlu. İki kişiye bir porsiyonsa yeterli.


Çaylarımızı da içip çıkıyoruz mekândan. Geldiğimiz yoldan geri şimdi. Ağırlıkla gençlerin takıldığı bir kahve dükkânı dikkat çekici. Piyango satıcılarını görünce bir kez daha yanılıyoruz. Yılbaşı biletleri henüz çıkmamış. Yağmur hiç de rahatsız etmeyecek bir ritimle yağıyor. Çarşı kalabalık. Şuradan para çeksem.

Banka kartımı takıyorum matiğe. İstediğim miktarı giriyorum. Makine verdikçe veriyor. Panikliyorum. Tasarladığımla gelen arasındaki süre ise sanki asır. Algı işte. İlk kez başıma gelen bir durum, şaşkınlığım ondan. Gün pazar, banka kapalı. Telaş. Vurdu piyango! Hiç sevmediğim bir iş para taşımak. En sevdiğim kadın çözüyor olayı sayınca ben paraları. Bir sıfır fazla basmışım. Geri yatırıyorum. Lakin geyiği Kaleiçine varana kadar sürüyor.


Kaleiçi. Ruhları Dürtükleyen Saatler ve Günden Kalanlar


*White Garden Hotel-Kaleiçi

23 Şubat 2018 Cuma

Akdeniz, Kahve Kokusu ve 7 Lezzetli Bir Akşam

Epeyi ay önce

Bir lokanta var, kesinlikle görülüp bir çentik de ona atılmalı. Bu kez uçuş noktamız Antalya. Önce biletler. Zamanla ilgili bir sıkıntı yok. Ucuz uçuş vakitlerinde alınıp kenara koyulmalı sadece. Gidilecek noktanın mevsimsel özelliklerine göre bir tarih olmalı ama! Orada bir cumartesi akşamı yemeği için kasım ideal. Ortalama günlük yürüme mesafelerimiz 10 km. üzeri olduğuna göre, yağmur sorun değil, ama çok sıcak bir hava da olmamalı. Kesinlikle kasım o zaman. Sun Express de malumu üzere en sevilen hava yolu. Biletler aylar öncesinden cepte. O halde otel. Bulunulacak şehir, yemek, tarih uyumuna  halel getirmeyecek bir seçim yapmalıyım.


25 Kasım 2017, sabah

Salih Usta'ya uğrayıp iki farklı börekten ikişer tane alıyorum; dumanları üzerlerinde. Hava güneşli ama sabah erkeninin soğuğu yine de okşuyor yanakları. Mahallemizin durağında konuşlandım az önce. En sevdiğim kadın benden yaklaşık 4 durak önce binecek. O ara, şu Airbus'ın üzerinde çalıştığı proje üzerine düşünüyorum; uçağın yolcu kabini, ray üzerinde hareket edebilen bir yapıda olacak, bizi duraklardan tüm kontrollerimiz yapılmış, bagajlarımız x ray'den geçmiş bir şekilde toplayacak ve sonra havaalanına varıp, kendini bekleyen ana gövdenin üzerine yerleşip kilitlenecek. Ve sonra hooooop pist başı ve havadayız. Diyelim uçak düşüyor; bu kez yolcu kabini alt bölümden ayrılacak ve paraşütleri sayesinde yere konacak. Yarının Yaşamı.*

Bafaş görünüyor. Rüyadan uyanıyorum. Günümüz gerçeğine yeniden dahil oluyorum. Ve yol arkadaşımın yan koltuğundayım.


Havaalanı

Ötüyorum ben, oysaki her şeyimi x ray'den geçecek kutunun içine bırakmıştım. Aynı sırayı takip ettiğim her seferde kusursuzca geçiyordum. Hımmmmmmm.. yeni -ekstra- kontrol kabinini test etmemi istemiş olabilirler. Açıkçası merak da etmiyor değilim. Girdim, komut üzerine ellerimi havaya kaldırdım. Bir sorun oluşmadı. Geçebilirmişim.

Salih Usta'nın börekleri kesinlikle çok lezzetli. O halde kahve siparişlerimizi verelim. Sevimli mekân aslında bizim havaalanındaki küçük bistro; ama nedense uzak durmuştum bugüne kadar. Kasadaki kız çok tatlı. Sabah mahmurluğu makas almalık.

"İki Amerikano lütfen."

"Biri için süt olmasın lütfen."

Böreklerimizle kahvelerimizin tadını çıkarıyoruz. Sigarayla işim olmaz. Ayrıca çıkıp tekrar x ray'den geçmek bana göre değil. Koltuğun keyfini çıkarayım o halde, elimde kahve kokusu ve lezzetli bir kitap.

Yol arkadaşım geliyor. Kapıya çağrı da bir süre sonra başladı zaten. Alışkanlık işte, bugüne kadar tüm çıkışlarımız o kapıdandı. Diğeri yurt dışı çünkü. Ayaklar alışmış, söz geçmiyor. Biniş kartlarına bakıyor ve "diğer kapı," diyor görevli. Hımmmmm bir ilk daha.

Uçağımızla göz kırpışıyoruz. Sun Express candır.  Güzel kalkış. İlk kez Antalya merkez'e gidiyorum. Dibine kadar kaç kere gelip de hiç içine girmediğim şehire.


Keyifli bir yolculuk, her ne kadar ikramsız olsa da... Antalya'nın güzide tatil beldelerini paralel geçtikten sonra Akdeniz üzerine doğru uzuyoruz, falezleri hemen tanıyorum elbette, ve sonra denizden karaya doğru alçalma. Shuttle ve terminal binası. Sırt çantalarımızı bandın kenarında beklerken görüyorum ki alanda bir minik basketbol takımı var, havalarına bakılırsa bir turnuvanın yolcusular. O yaşlarda ne keyifli bir iştir deplasman. Anılar... Gıpta ile bakarken yakalıyorum gözlerimi.


Nasılsa Havaş var!

Dışarıdayız. Bakındık ve bulduk Havaş'ı.

"Kaleiçi'ne gideceğiz."

"Bizimle giderseniz taksi ile devam etmeniz gerekecek, epey uzak bir noktada duruyoruz, tramvay ile gitseniz daha iyi."

"Teşekkürler..."

O halde bir Antalya Kart edinelim. Koleksiyoner olmamız işten değil, her şehirden bir kart. Aslında bizi bekleyen şu üst fotoğraftaki boş masaya konuşlandığımızda söylediğim, her yerde geçerli tek kart uygulamasının, döndükten sonra hükümetimiz tarafından uygulanacağını duymak şaşırtıcı oluyor. Devletin kulağı deliktir lafı gerçekmiş demek!.

Ne güzel, kişi başı 2 TL'ye hem kısa bir tur hem de neredeyse kapının önünde iniş. Üstelik, tren ve türevi araçlarla şehrin içinden akıp giderken, her durakta inen ve binenlerin yanı sıra dışarıdaki o çılgın devingenliği, ona ait değilmişçesine izlemek muhteşem.

Yol arkadaşım şehrin yabancısı değil, hatta tozunu atmış diyebilirim, ama aradan 15 yıl civarı bir zaman geçmiş. İşin enteresan yanı kısmeti açıldı, iki hafta üst üste, bu kez toplantıları için yine gelecek.

  
"İnsan bir ülke/şehir üstüne ancak hakkında hiçbir şey bilmediği ve keşfetmekte olduğu sıralarda yazabiliyor, çünkü onu ancak o zaman görebiliyor. Ülkeyi/şehri derinden tanıyan biri seyahat kitaplarında/yazılarında hep uygun görmediği bir şeyler bulur, itiraz eder. Ama bir yerde uzun süredir yaşayanlar onu betimlemek için gerekli olan taze bakışı yitirmiştir. Göz artık keşfin sultanı değildir, bir doğrulama aracıdır yalnızca." **

Bu ifadeler Italo Calvino'nun. Aslında kitapta aramaya üşendiğim için yazmadığım bir cümlesi daha var; şehrin anıtları ve  müzelerinde sunulanlar noktasında nelerin yazılmaması ile ilgili. Okurken gülümsedim, büyük bir ustadan doğru yolda olduğumun izlerini alınca kasılmadım dersem yalan olur.


Ve Kaleiçi

Çok özlemenin tadıyla tanıştırıyor kendi mekânları ile beni, ennn sevdiğim kadın. Elbette bir çoğunun yerinde şimdi başka mekânlar var ama ben görüyorum o halleri. Anlatıcı muhteşem; film çiziyor gözlerimin içine. Bakalım o halde, bir kez daha başarılı bir seçim yapmış mıyım?


Bir kaç kez sorduktan sonra buluyoruz otelimizi. Bu meyhane aklımızı çeliyor elbette. Hemen otelimizin alt köşesinde. Üst köşesinin de sürprizleri varmış bize. Zaman kısıtlı, o halde kaderde ne varsa başımız gözümüz üstüne.


Ah, şu sevimli kedi, pek görmüş geçirmiş bir bilge kendisi, asil olduğu belli. Komşumuz. Hemen onun konağının karşısında kalıyoruz.  Merdivenin üzerindeki genç belli ki komşu ülkelerden birinden, bir yabancı. Gecenin yorgunluğu üzerinde. Görünce bizi ayaklanıyor. Otel görevlimiz, adı Arsalan. Sempatik, Türkçesi de... Yanlış hatırlamıyorsam Afganistanlı. Otel sahibi olduğunu düşündüğümüz hanımefendi geliyor o ara. Booking com'dan sanıyor, oysa artık ETS Tur'dan yapıyorum rezervasyonları, üstelik kredi kartına bölüyorlar. Ve odamızdayız. Banyoda jakuzi dahi var. Baktığı geniş avluda bir yüzme havuzu. Hımmmmmm yaz akşamında havuz başında drink! Bir kez daha tam isabet. Hikâyemizle uyumlu bir butik otel. Konum güzel, lobisi adeta oturma odası. E, şömine de var. Daha ne olsun di mi ama?

Çantaları bırakıp çıkıyoruz. Önce mahallede bir tur.


Seyir bölgesinden Beydağları, Akdeniz ve de bir birinden ilginç tekneleri ile liman içi pozluk; bunu kaçırmıyor sosyal medyaya fotoğraf atma meraklısı insanlarımız. Cep telefonları hazır, eller deklanşörde, selfi selfi üstüne. Mutlular. Bir yabancı genç kadın, elinde bir kalem, dizinde bir resim defteri. Bu minik parktaki ahşap iki keçinin resmini çiziyor. Yetenek müthiş. Muhtemeldir ki özel ders alan iki genç kız, eğer yanılmıyorsam tabii ki, öğretmenleri eşliğinde aynı keçileri resmediyorlar önlerindeki kağıtlara. Kim bilir, belki de idealist bir öğretmen yeteneklerinin farkında olduğu iki öğrencisine zaman ayırıyor bu tatil gününde. Hava güzel. İnsanlar da.


Kaleiçi'ni gelişmiş ve daha güzelleşmiş buluyor/uz. Yukarıda altını çizdiğim üzere girişte aldığım brifinge dayanarak benimkisi; kanlı canlı ilk kez geziyorum oysa, bundan öncesi fotoğraflardan. Duygularımız paydaş mıntıkayla, anlıyor ve seviyoruz birbirimizi. Daha çok zaman geçireceğiz birlikte. Şimdi karın doyurma vakti. İstikamet Dönerci Hakkı Baba.


Kaleiçi'nin Atatürk Caddesine açılan kapılarından birinin hemen çıkışında sol tarafta kalan ve lokantalarla dolu sokağa giriyoruz. Sağdan soldan sürekli çağıran garsonlar. Kumkapı-Çiçek Pasajı usulü. Doğal olarak ilgili değiliz ve gözlem bizimkisi. Efsane dönerin peşindeyiz. Atatürk Caddesine çıkıyoruz,  buralarda bir yerde ama bulamıyoruz. Soruyoruz bir simit satıcısına. Halkbank'ın arasından girecekmişiz ve hemen arkada imiş. Banka yakın. Üç kapılar şubesi. Kokuyu yakalamışız aslında. Denileni yapıyoruz ama bulamıyoruz yine. Şu bilgisayarcıya soralım o zaman; şansa bakın ki onlar da yeni taşınmışlar bu bölgeye ve bilmiyorlar. O zaman şu dükkâncı yaşlı amca kesin bilir. Tarifi alıyoruz ve bu şirin ve küçük lokantanın iç masalarına baktıktan sonra, havanın da güzelliğinden yararlanıp sokak masalarından birine oturuyoruz. Aslında yer kolaydaymış ama tarif eksikmiş, yokuş aşağı geliş yönüne göre bankayı geçtikten sonraki ilk sokağa girmeliymişiz.


"İki döner lütfen."

"Bir mi, bir buçuk mu?" 

"Bir lütfen."

"Üzerine tereyağı ister misiniz?" 

"Kesinlikle." 

Kısa süre sonra...

"Benimki bir buçuk olsun lütfen ama pidesi bire göre."

Döner kendini ifade ediyor aslında. Kendi şehirlerimizin dönerleri üzerine konuşuyoruz. Bizim özellikle bir dönercimizin küçük dükkândaykenki dönerini övüyorum. Ankara ile kıyaslayıp, ama diye başlayan bir cümle kuruyor yol arkadaşım.

Dönerler geliyor o ara. Bir tabak dolusu domates, küçük yeşil biberler ve turşu. Ve deee közde terletilmiş soğanlar. Manzara şahane. Koku âlâ. Missss gibi tereyağı o muhteşem şarkısı ile katılıyor ortama. Et benim diyor kesinlikle. Tek kusur açık, kendilerine  has ayranlarının olmaması.

İlk lokma, muhteşem bir tat. Yeteri kadar dinlendirilmiş bir et ve etin  gerçek tadının önde olduğu bir lezzetlendirme eylemi. Aynı fikirdeyiz. Kesinlikle çok özel bir döneri tüketiyoruz. Tabağın garnitürlerle kalabalıklaştırılmış olmamasını takdir ettik zaten. Hani akşamı düşünmesem, bir tane daha söyleyip paylaşalım diyeceğim kesin.

Hımmmmmmmmm... cumartesi, ennnnn sevdiğim kadın ve 7 lezzetli akşam!

Teşekkürlerimize övgü cümlelerimizi ekleyip, hikâyesi olan bir tat damaklarımızda, vedalaşıyoruz bu güzel insanlarla.


Bir tavsiye

Atatürk Caddesi'nde yürümeye devam. Hafta sonu kalabalığı sevimli, Palmiye ağaçları ve Nostalji Tramvayı mânâ katıyor caddeye. Rayların hemen dibindeki, caddedeki dükkânlara ait, durak benzeri yeme içme noktaları ilginç, çok sevimli ve davetkârlar. Rengârenk dondurmalarsa baş döndürücü. Ama biz bir kahve dükkânının peşindeyiz. Tavsiye noktası kuvvetli.  Altı ısrarla çizilmişti.



İşte burası, daha büyük bir yer olduğunu düşünmüştüm açıkçası, anlatım büyüktü çünkü. Kaffee & Backstube. Şirin dükkân. Pastalar çekici. İşletmeci genç tatlı. Babayla birlikte işletiyorlarmış ama o an dükkânda yalnız.  Pastalar anne elinden. Küçük, sevimli bir aile işletmesi yani.

"İki tane double shot Amerikano lütfen."

"Bir dilim cheesecake ve bir dilim de elmalı kek lütfen." 

Hımmmmmmm kahve gerçekten lezzetli, söylendiği kadar varmış. Schiller. İlk kez deniyoruz. Bilgiyi veren buranın altını çizerek bir başka şubeden daha söz etmişti, özellikle pizzaların lezzetini vurgulayarak. Soruyoruz. Bir ilgileri yokmuş, fırını da olan büyük mekânla. Yanlış bilgi, daha doğrusu kanaat bize söylenen. Sadece sattıkları kahve aynı marka. Bundan sonra da tercihimiz kesinlikle Kaffee & Backstube.

Pastalarsa muh-te-şem. Bir Alman esintisi var; asla baymadıkları gibi, hamur bölümlerinde bir yumuşuma da yok, tam olması gerektiği kıtırlıktalar. Şeker miktarları kahve ile senkronize bir uyum yakalıyor. E, manzara da güzel. Akıp giden hayat seyirlik. Açıkçası tam bir bulvar keyfi. Hayat an itibari ile 10 numara beş yıldız yani. Üstelik az önce, burayı bulup ama oturmadan, biraz aşağıdaki Tchibo'da, tek kalmış, bu yüzden indirimi yüksek 36 beden su geçirmez -siyah- kabanı kapmış, bundan da çok mutlu olan, kısık gözlerindeki gülüşte kaybolmaya bayıldığım, kısmetli bir tanıdığım var masada. Daha ne olsun.

Boşları alırken beyefendi, övgülerimiz üzerine -pek de gururla- eşim yapıyor diyor.

"Oğlunuz söylemişti, ellerine sağlık hanımefendinin, iletin lütfen."

Bir ulaşım tarifine ihtiyacımız var. Ödemeyi yaparken soruyorum gence.

"Hımmmmm kolaymış, teşekkürler."


Aynı kapıdan giriyoruz Kaleiçine. İlk göze çarpan bu kitapçı, bina güzel, lakin sahibi enteresan, sanki biraz dumanlı kafası. Kedi yanaşıyor. O arada dükkânın karşısındaki evin basamaklarına oturuyor en tatlı kadın, kedi usulca çıkıyor kucağına, yaslıyor başını. Sanki karnı da aç.  Çağırıyor kediyi dükkânın sahibi, pek de niyetli değil kedi.


Ara sokaklarına hayran kala kala Kaleiçinin, kafeleri, barları, kilim ve halıcıları, evlerinin önünde meyve suyu ve soğuk içecek satanları, selfi çekenleri, mankence pozlar verenleri, incik boncuk tezgâhlarını, göz alıcı butik otelleri  geçerek  kısa bir dinlenme adına varıyoruz otelimize. Bir ukde kalıyor yine elbette içimde. Ahhh o tereddüt anlarım benim. Oysaki Suna-İnan Kıraç Müzesi'nin önünde kalmışken ve bakınırken... girelim istersen denmişti. O an nedendir bilinmez, gerek yok demiştim. Hâlâ pişmanım. Dürtmek gerek bazen belki beni.

  
7 Lezzetli akşam

Epey dinlendikten sonra bu seyahatin starı için yola koyuluyoruz. Rezervasyon sorumlumuz masayı günler öncesinden ayırtmıştı zaten. Nasıl ulaşırız kısmını da kahvecide halletmiştim. O halde yola koyulalım, saat 19:00'da orada oluruz demişiz sonuçta.

Önce en yakın duraktan Nostalji Tramvayına biniyoruz. Güzel bir Antalya akşamı, güzergâh zevkli, hava çiseli, günün hareketi sonlanmış, dolayısı ile vagon sakin. Bir teyze var, tatlı, belli ki tanışıyorlar genç vatmanla. Sohbetleri neşeli. Teyzem evlendirmeye niyetli genç vatmanı. Hattın ortalarında bir yerde iniyor teyze. Bizim son durakta, Müze'de inmemiz gerek.

Hazırda bir taksi var durağın hemen yanında. Genç bir şoför. Sohbet ederek varıyoruz mekâna.  Kaleiçinden, tramvay artı taksi 17 TL tutuyor.

Hoş bir genç kız karşılıyor mekânda bizi, elinde şık bir dosya ile. Rezervasyon doğal olarak yaptıranın adına. Bundan zevk alıyorum nedense. Masamız bahçeye bakan camın kenarında, dört kişilik bir masa, bu da ferah kılıyor ortamı, daha baş başa bırakıyor bizi. 

Ne tesadüf ki bir kez daha garsonumuzun adı Mustafa. Bir başka güzellik şu ki bu Mustafa da çok iyi. Yemek sonrası kritiğimiz esnasında bunun üzerine epey konuşuyoruz zaten. Tasarladıklarımıza uygun düşen içecekse rakı, kanımızca bu mekân başka bir içkiyi getirmiyor akla. Keçi peyniri bankomuz. Söylüyoruz. Şu meşhur atomu hiç bir kez denemek istememiştim, bu kez istiyorum. Üzeri karamelize soğanlı fava mutlaktı zaten. Hibeş konusunda tereddütlüydüm açıkçası. Mustafa önerince ve rakıya yakıştığının altını çizince kırmıyoruz onu. Bunlarla başlayıp sonra akışa göre ilaveler yapacağımızı belirtip teşekkür ediyoruz garsonumuza. Hizmet kusursuz. Mustafa mezelerin içerikleriyle ilgili  bilgi veriyor, duruşu tam olması gerektiği gibi. Sıkmadığı gibi itici de gelmiyor tavırlar. İçten ve samimi.


O halde yarasın! Keçi peynirine bayılıyoruz. Hazırlanan tabaklar seyirlik. Daha yeni humus cennetinden dönmüş damaklarımız, üzeri karamelize soğanlı, elbette onun yağı ile tatlanmış favaya şapka çıkarıyor. Atom daha önce hiç denememiş bende kahır yaratıyor. Kesinlikle muhteşem bir eşlikçi rakıya. Onunla içmeye bayıldığım kadın atom konusunda deneyimli, beni destekliyor. Hibeşi de beğeniyoruz. Bir nüans var damaklarımızda ki o da diğer mezelerle tonunu tutturamamış olmamız.

O ara yan masada -ki bir aile ve ailenin yakın dostları kalabalığına hakim bir abi kalkıyor ayağa, sol eli cebinde ve nükteler yaparak konuşuyor. Mesela herkese teşekkür ettiği bölümde profesörümüz diyor gözlüklü küçük delikanlıya. Bu geceyi organize eden gelinlerine şükranlarını sunuyor. Gururlu, sakin, mutlu. Ama yarattığı aileye verdiği emekten aldığı hazzın dışa vurumu da  -tatlı- edasında. Hiç yabancı gelmiyor masa bana. Tadını çok iyi biliyorum. Güzel ve kalabalık ailelerde yaşamanın karne anları bunlar. Çok nesil birarada ve herkesin gözünde sevgi. E, doğal olarak küçükler grubu kıpır kıpır bir kaynaşma ve muziplik içinde. Abi 50 yıllık eşi zarif hanımefendiye öyle güzel cümleler kuruyor ki, herkesin gözü nemleniyor. Alkışlarla masaya katılım tüm salondan. Bir kadının gözlerinde kaybolarak konuşabilmek şu dünyadaki en büyük nimet kesinlikle. O halde şerefine!


O ara karides güvecimiz geliyor. Dondurulmuş ve her yerde neredeyse aynı ve mini minicik karideslerden bıkmış gözlerimiz parlıyor. Damaklarımız onaylıyor. Az sonra da kalamar mücver... Olağanüstü buluyoruz. Keyfimiz katmerlenerek devam ediyor. Aslında iş yemekleri için uygun olduğunu düşünüyoruz lokantanın, dolayısı ile iş yemeği esnasındaki rakı - şaraba uygun. Baş başa bir akşam yemeği için değil de, karnımızı doyururken bir tek de içelim ortamı gibi geliyor bize. Orta masalardan birinde olsak, çok da keyif alacağımızı düşünmüyoruz. Hatta bilerek çiftlere bu masaları verdikleri fikrindeyiz ki akıllıca ve müşteriyi anlayan bir davranış. Çok tatlı bir akşam ben için, masa arkadaşım çok tatlı çünkü. Onunla içmek de.

Tatlıya geçme vakti geldi, aslında mevsimi olsa oğlak kesindi. Ne yazık ki mevsimi değil. Antalya'da tatlı denince akla ilk ne gelir?


Kıvamında pişmiş bir kabak, baymayan bir tat, tahin, dondurma ve ceviz parçacıkları... güzel bir final, tatlı yedik, şahane sohbet ettik, gözlerimizde kaybolduk ve dünyadayız. Daha ne olsun.

Mustafa elinde kahvelerle sigara içilen bölümün kapısında. Şahane bir bölüm yapmışlar kesinlikle; içmeyen ben içenlerin yanında hiç bir şey fark etmiyorum. O ara televizyon yemek programı ünlüleri de laflıyor hemen yanımızda.

7 Mehmet'de -ne tesadüf ki- 7 lezzet ve bir 35'lik rakı için 260 TL civarı ödüyoruz. Eski güzel lokantaları, -balık lokantaları dışında- yeni kuşakları nedeniyle yitmiş şehrimizdeki fiyat kalite oranına göre hiç de pahallı gelmiyor. Bir de bahşiş hak edilmeli bence. Mustafa fazlası ile hak edenlerden. Gecemizi akışkan ve güzel kılan temel ögelerden birisiydi kendisi.

Kapıdaki taksiye biniyoruz, hayatın tadını çıkarmayı bilen insanların ruh haliyle.

"Müze Durağına lütfen." 

Ankara'daki bir arsasını satıp gelmiş yıllar önce Antalya'ya abi. Klasik "buralar dutluktu şimdi ne oldu" muhabbeti. Kendi arsası için de geçerli doğal olarak bu durum. İki Angaralı ve kısmen Antalyalının sohbeti güzel. Benim de kafam. Öbür taksi aşağı göbeğe kadar gidip döndüğü için bunun yolu doğal olarak daha kısa ve 10 TL tutuyor.

"Teşekkürler."

"İyi akşamlar."

Gece ıslak. Konyaaltı, Beydağları, Akdeniz alabildiğine...

Ayılmaya hiç niyeti olmayan yüzlerimizi şefkatli bir soğuk okşuyor.

"Son Tramvay geldi."




 *Televizyonun tek kanal ve akşam üzeri yayına başladığı siyah beyaz günlerde yayınlanan Alman TV'si yapımı program.
** Amerika'da Bir İyimser - Italo Calvino, sayfa 167.

2. Bölüm

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP