31 Ağustos 2008 Pazar

Bir Kelebeğim Olmuşmuştu...Üç evvel zaman önce..



........

Hayallerimin peşinden koştum hep;

Geçmişten sesler, geçmişten yüzler,

Yırtılmamış sevinçler

Ve saklı hüzünler yaşadım hep.

Ölümsüz idim; mihenk taşı, en büyük aşık,
En bi şeydim işte.

Sonra bir kış gecesi ansızın,
Yıllardır aynı daktilonun, aynı tuşunda kaldığımı
Anladım birden.

Acımasızca geçen mevsimler geçmiş, olan olmuştu;
Farkında değildim.

Mahalle bakkalı yoktu, arka bahçedeki dut ağacı yoktu.

Oysa ben, aynı aşkı aynı aşkla sevmiştim hep.

Şimdilerde dağ başında bir kelebeğin peşinden
Koşuyorum, iyiyim...



Uzun evvel zaman önce bu şiir aklıma yazılmıştı. Ben olsamdı keşke bunları yazan diye sanırım...

Ne kitaplarda yazan güzel cümlelerin altını çizerim, ne şiirleri ezberimde tutmayı beceririm.

Aslında çok isterim de! Sonra der, tembelliğin emanetine bırakırım...

Nasıl olduysa? Ben gibi olduğundan belki; yazılıvermişti aklımın not defterine; ama kim olduğunu bilemeden sahibinin...

Her aklıma geldikçe kere sormama rağmen bir bilene; bilememişti, bilmemiştim.

Bugün, ağaçlara yağmur değmeden incirleri toplayalım telaşlarında, ''küçük ve ne kadar tatlı bu sene incirler'' nakaratları eşliğinde, senelik iznine ayrılan erik ağacının gölgesinde bir kahvaltı keyfinde ordan burdan laflarken, birden bu şiiri paylaşmak geldi içimden.

Paylaşmasına paylaşacağım ama, içim rahat edemez bir türlü; "Sahibi kim?" olmaksızın.

Hadi dedim bir kez daha soralım bir bilene; olmazsa bilemedik deriz, kimdir sahibi?

Zor oldu, sonuçta bir başka yazının içinde zoraki bulduk "Sahibi kim?"i... Sevindi içim; rahat etti.

Rıfat Fahir İskit'miş efendim, Zeytin adlı şiir kitabının başındaymış...



Ve aradan 13 yıl geçmiş, pireler tellal olmuş. Bu yazı da Sevgili Momentos tarafından yazarını pek havalandıracak bir lezzetle seslendirilmiş. Dinlemek için buradan lütfen.


Resim: Hale Salih Asaf'ın yağlıboya bir tablosu dur.
Daha fazlası için: http://www.sanalmuze.org/retrospektif/

29 Ağustos 2008 Cuma

Ruhunuza ''Detoks''Yapacak Bir Film Ratatouille



Soğanların ince ince kıyılıp, hani şöyle piyazlık denen cinsten, yine küçük halkalar şeklindeki biberler eşliğinde biraz margarin ve biraz daha fazla tereyağı ile pembece bir ölüme terk edildiği esnada... Aynı çabuklukta ve benden beklenmeyen, benim bildiğim ama diğerlerinin bilmediği bir maharet ve hızda haşlanmaya bırakılan, çocukça bir neşenin renklerinden domatesli, vitaminli, ıspanaklı makarnalar diğer yemekle senkronize bir biçimde fokurdarken... Tahta tezgahın üzerinde bir armoninin en assolisti ciğerler ki özenle seçildiler ve çeşitlendiler; hafif irice doğranıyorlar.

Şimdi, uygun ölçülerde doğranmış ciğerleri bir iki hatta dört beş kez çevirmek için, tam kıvama gelmişliği yaydığı kokudan anlaşılan soğan biber karışımı ile buluşturuyorum.

Alt mutfağın camından erik ağacının altındaki masa ve onun etrafındaki en doğalından otlar içinde bir akşam keyfine yan gelip yatmış renk renk çiçekler... Bir kuş kanat çırpıyor, diğer kuşların harmandan dönen neşeli şarkılarına... Karşı ağaçların aralığından otlara, çizgi çizgi-yoksa alaca alaca mı demeliyim- yayılan gün batımının, zamanı gecenin yakışıklı lacivertine terk etmeye hazırlanan çekilişinin, gölgelerini izliyorum.

Ciğerler, biberler, soğan ve salça, tatlandırıldığı baharatlarla birlikte coşkulu, keyifli kokular yayıyorlar ortaya... Müthiş bir armoni için, eğlenen bir rekabet halindeler doğanın kokularıyla... Tüm bu senfonik uyumun ruhumda açtığı renkleri kokluyorum şimdi. Haşlanan makarnanın et suyu ile tatlandırılmış suyundan bir miktar alıp pişmekte olan ciğerlerin üzerine döküyorum. İki farklı tencere arasındaki alışverişten ortaya çıkan kolektif bir lezzetin tadını duyumsuyorum dudaklarımda...

Çocuklarla birlikte olduğumuz bir günde, onlar için yemek yapma anında düşündüklerim üzerine yazdığım uzun bir yazının bir bölümüne ben bile bunları sığdırabildiğime göre, herkes yemek yapabilir! İzlediğim en dinamik, en eğlenceli animasyondu. Özellikle gazeteye yemek eleştirileri yazan gurmemizin eleştirmenler üzerine öz eleştirisi muhteşemdi. Seyredin ruhunuz doysun!

Alçıda bacağıyla uzun süre yatmak zorunda kalan, muzır ve neşeli halinden bir şey kaybetmeyen, yatağının içine koca bir dünya kurmayı başaran, küçük oğulun sayesinde izlemiştim filmi, ve bana çok hitap etmişti!

Son söz olarak bu filmin genel mesajına çok uyacak, ortaokuldaki fizik öğretmenimiz Şermin Hanım'ın her sene başında defterimize mutlaka yazdırdığı bir cümleyi yazmadan geçmim, yapamam deme yapan senden üstün değildir.

Bu da böyle, baharatlarla tatlanmış kendine has bir film yorumu oldu.

Artık gurmeler ne der? Bilemem;)

24 Ağustos 2008 Pazar

Bir Romanımsının Ötesinden Berisinden, Rastgelesinden Bir Bölüm: Olası nedenler üzerine bi iç döküş...ötesi, sen özgür bi kuşsun neyleyim ben:)


''İki gün önce maili aldığımda hissettiklerim tam olarak neydiden başlayacağım. Hani bi gün, en bi mavi gökyüzünün altında en bi mavi denizden bahsetmiştim ya! Dışarıda kışa gidişin izleri varken benim içimde çiçekler açıyor diye... Bu kez tam olarak kış yaşadım.

Bir an öfkem sana yazdığım bütün mailleri silmeyi, kendimi xyx' den silmeyi, sendeki mailleri sana sildirmeyi yap dedi bana! Kendimi müthiş derecede aldatılmış hissettim. Bir an her şey rüya geldi. Sorun bitmesi değildi, bunu kabullenebilirdim. Ama cümleler, soğuk ve öfkeli bir kışta göz gözü görmez bir tipinin kapı altlarından, cam aralıklarından girerek birbirine sığınmış üşümüşlükleri daha üşümüşlükler yaptığı, algılara buz kestirip en kötüyü seçtirdiği an gibi gelmişti; günün o saatindeki ruh halimle...'' diye başladı yazmaya...

Oysa, maili sabah gördüğünde bu etkiyi almamıştı. O gün ki maili okuduğunda sıcağı sıcağına yaptığı telefon konuşmasının ifadesizliği, msn'de bunun üzerine konuşma arzusuna düşen gölge, kendini ifade edememenin eksiklik duygusu, hayatın içinde bazen eksik kalanın, söylenememiş olanın, sorulara kendince verilen cevapların neler yaşattığını, bir tek kelimenin ifade edilişindeki vücut diline ya da tonlamaya bakıp aynı kelimenin farklı insan karakterleriyle ya da aynı insanın farklı ruh hallerinde nasıl farklı anlamlarla yüklendiğini bilen biri olarak; belki ilk kez kaybetme duygusu bu kadar derin oldu. Ya da değersizlik hissi; doğru ifade bu sanırım. Sonra bunu bastırıp bir takım avuntularla uyudu.

Sabaha karşı üçte uyandı, oturup bir mail yazmaya başladı; tüm bu süreci sonlandıracak bir veda yazısı. Yazarken, başlangıçtaki öfkesi gittikçe azaldı. Çok sert başlayan, can yakmaya yönelik göndermeler, çok acıtıcı cümlelerle devam eden yazı gittikçe yumuşadı; kendi gerçekliğine döndü. Öfkenin izleri dağıldı. Duyguları samimileşti. Belki; alt duygularının, egolarının yaptırmak istedikleri ortadan kalktı. Ne olursa olsun yazdıklarım kalsın duygusu ve diğer güzel şeyler onu sakinleştirdi.

O gün, ısrarla onun sesini duymak istedi. Gün ortasında telefonla arayıp konuşunca, insan sesinin verdiği o garantili hissedişle alması gerekeni almış olmanın huzuru çöktü üzerine. Sonra ona, belki salı ya da çarşamba günü atmayı düşündüğü mailin çatısını kurdu gün boyu.

Akşam eve dönerken yolu uzatıp, arabayı bütün bir sahil boyunca sakin bir hızda, müzik dinleyerek, düşünerek, çokça tebessümle, bazen dalıp virajın öbür ucundan toparlayan ama yine de bu hallere gülen bi keyifle sürdü. Yağmurun ritmi, sileceklerin ona uyan hareketleri, kaloriferin ısısı, aralık camdan içeri giren temiz soğuk, sanki her şey hissettiklerini tamamlamak için ortak bir çaba içindeydi.

Sahil boyunda en karanlıktaki en berduş büfede durdu, bir bira aldı. Sonra bir tane daha... Sonra o biraları en berduşundan bir keyifle içmeye başladı. Birinciyi bitirdiğinde insanı karşı kıyıya uzandırıyormuş hissi veren iskeleye gelmişti. Arabayı park edip en berduş biraları gazete kağıtlarına saran en berduş büfeden aldığı en berduş bira elinde, dudağına bir sigara sıkıştırıp arabadan indi. En berduş haliyle dudağında en berduş duran sigarayı en berduş şekilde yaktı. Hiç dudağından almadan, dumana gözlerini kısarak üç nefes çekti en berduşundan...

Sonra, yağmurun kafaya döktükleri ile denize döktüklerinin yaratığı sıçramalarla kıyıdaki binaların ve iskelenin zamansız koridorunun sarı ışıklarının denizdeki oynaşmalarına, çıkan seslerine kulak kesilip, ayağının altındaki aralıklarından denizi gördüğü tahtalarının gıcırtılarını rahatsız etmeyecek bir sessizlikte yürüdü. İskelenin en ucundaki sarı lambanın loşluğunda, karanlığın çıldırtan keyfinden bakarak o debdebeli denizin sanki karşı kıyısındalarmış gibi duran balıkçı teknelerinin emekçi ışıklarında coşkulu özlemleri, aşkları, gecenin zifir soğuğunda içilen çayların birliktelik duygusuyla yarattığı sıcaklığı, onların her birini bir sıcak sobalı uykuda bekleyenleri hissederek o berduş birayı çok berduşça içerken en berduşundan onu düşündü. Yalnızca onu.

...devam edecek; zamanın ötesinden berisinden bi günde ama ! Zamansızca yani.

Bu resim ve daha fazlası için: http://www.zerrintekindor.net/

17 Ağustos 2008 Pazar

Taksi Şoförü... Nam-ı Diğer Taxi Driver


Taksi Şoförü'nü yeniden izlemek hoş oldu!..

Geçmişin değerleri; delikanlılık, mahallelilik, arkadaş dayanışmaları, ülke için idealist başkaldırıların olduğu anti Amerikan günlerde izleyince, işte kapitalizmin yozluğu üzerine ''Amerikanca'' bir sistem eleştirisi sahiplenmesiyle kabul gören film: Bugünden bakınca, özellikle seksen darbesinden sonra tüm eski değerlerin rafa kalktığı, paranın bir (amaç) değer halini aldığı, ahlakının kirlendiği bir dönemde kirli paranın toplumun her katmanında nasıl bir yozluğa yol açtığını, komşularla ekmeği paylaşırken paranın satın aldıklarıyla itibarlanıp birbirimize hava atmaya başladığımız süreçlere de tanık olunca! Aslında kapitalizmin beşiğinden bir çok filmin: ''Bize benzemeyin aklınızı başınıza alın!'' diye bas bas bağırmış olduğunu düşündüm. Bizim kaybedenlerimizin anti Amerikan başkaldırılarının önüne yerli işbirlikçilerle setler çekip darağaçları kurduklarının niyelerini bir kez daha düşündüm.

Travis, her filmdeki olağan kahramanlardan biri gibi gelirken, farklı bir birikmişlikle bakınca; sisteme karşı durabilmenin bağımsız olmak ve özgürleşebilmekle mümkün olduğunun bir simgesiydi artık benim için.

Birileri kasalarını daha da şişirsin diye ülkemize ihraç edilen değerlerin nasıl olumsuz sonuçlar yaratan yemler olduğunu bir kez daha gördüm filmi izlerken... Yeteri parası olmayan, sosyal devlet olgusunu rafa kaldıran, kalkınmasını ve ekonomisinin işlerliğini üretime dönük olmayan sıcak para üzerine kuran, katmanlar arasında uçurumlar yaratan bir ülkede; sermayenin, reklamlarla insanların algılarına girerek tüketim eğilimlerini belirlemesi, tv ve yazılı basını da ellerine geçirerek parlattıkları hayatlarla, ona ulaşmaya çalışan yoksulluk kıskacındaki insanların nereye yöneleceklerinin ve yapılanın bir iş gibi olağanlaşabileceğinin yıllar önceden ve Amerika'dan anlatımıdır Taksi Şöförü. (Filmi izleyenlerin ya da yeni izleyecek olanların kızın Travis'le yaptığı konuşmadaki duruşuna ve savunduklarına, ailesinin sosyal ve ekonomik durumuna özellikle dikkat etmelerini öneririm. Ne kadar tanıdık gelecektir.)

Fazla söze gerek yok! Uyuşturucu kullanımının ülkemizde kaç yaşa indiğini istatistikler bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Küçük kızların nelerle uğraştığını, nelere özendirildirilip nerelere sürüklendiğini etrafımıza bakınca görebiliyoruz. Ve ne yazık ki! Bir kısım aile için artık olağan kazanç kapısı halini almış bir durum bu. Farketmek için çok uzağa gitmeye gerek yok, sadece son bir haftadaki haberlere bakınca her şey apaçık görünüyor.

Film nasıl mı? Daha geçenlerde bir kamu kurumunun asansöründe tanık olduğum telefon konuşmasındaki hayvanın, karşıdan (satıcıdan) gelen sesle gözlerinin nasıl salyalı parladığının, bu ışıltının arkadaşıyla paylaşımındaki; ''öğrenci bi manitaymış lan hemen işimizi halledip gidelim,'' cümlesinin tahribatı silinmemişken yüreğimden, filmi boşverin gitsin!


Tür : Macera / Dram
Yönetmen : Martin Scorsese
Senaryo : Paul Schrader
Görüntü Yönetmeni : Michael Chapman
Yapım : 1976, ABD , 113 dk.

Oyuncular

Robert De Niro (Travis Bickle) , Jodie Foster (Iris) , Albert Brooks (Tom) , Harvey Keitel (Sport) , Leonard Harris (Charles Palantine) , Peter Boyle (Wizard) , Cybill Shepherd (Betsy)

15 Ağustos 2008 Cuma

Johnny Guitar... Şarkısı Efsane Bir Film...


Çok evvel zaman önce küçücük bir çocukken sesini radyoya entegre ederek dinlediğimiz pikapta çalan kırkbeşlikten kulaklarıma dolan bir şarkı dinlemiş, bir hayal yaratmıştım. Henüz filmin varlığından haberim yoktu. Hayalleri boyundan büyük, merakları tavana vurmuş küçücük bir yaştaydım. Hayata antenleri açılmış, kalabalık bir ailenin yeni kuşağından bir ilk olmanın keyfinde yıllarımdı. Gerçekleşmeyi bekleyen hayallerin hayaliydim. Evin (genç) büyüklerinden kulak arası duyuyordum filmi. Ama ben şarkıyla izlemiştim zaten herşeyi... Henüz sözleri anlayacak bir yabancı dil bilgim yoktu, ama Love Story'li yılardı. Aklımda ''love'' ne demek '' I love you'' ne demekin izleri vardı. Zaten Peggy Lee de şarkıyı söylemiyor, aklınıza sahneler çiziyordu.

Hakkında dönem dergilerinde çıkan; bu film tuhaf, histerik, western filmleri tarihinde hiç görülmemiş, tüm verileri altüst eden ve ters çevirerek kullanan bir yapıt yorumlarından haberdar değildim henüz... Sonraki yıllarda, adımı kulağıma güzel fısıldayacak birini aramamın sıradan bir beklenti olduğunu sanırken, bir gün o, 15 16 lı yaşların arkadaş arası bir siyasi tartışma ortamında en şıkıştığı anda, en sığınmış, en yardım ister, en ondan yana olmamı bekleyen sesle adımı söylediğinde, zaman durmuştu. Biraz daha büyüyünce, filmle ilgili olarak ''Freudcu western'' tanımlamasını ve üzerine doktora tezleri yapıldığını okuduğumda tatlı bir özleyişle gülmüştüm.

Film bir westernin olmazsa olmazları: Bar, kavga, silah, banka soygunu, adam asma gibi klişeleri içinde barındırır. Ama roler değişmiştir! Kadın karakterler baskın, ihtiraslı, etkili ve silahlıdır. Adamsa gitar taşımaktadır. Damgayı basan ve hatırlanan replik ‘‘Unuttuğun kaç erkek oldu ? / Senin hatırladığın kadınlar kadar’’ ise de; benim için ''play the guitar, play it again, my Johnny'', ''What if you go, what if you stay?I love you'' deyişteki my johhny ve l love you'daki sese yüklenmiş ifade ediştir.

Johnny guitar büyük bir duygu fırtınasıdır. Bu Peggy Lee'nin ruhunuzun her teline dokunan olağan üstü şarkı söyleyişindeki, gerçekten ve derinden seven kadının varlığıdır. "Lie to me. Tell me all these years you've waited " ("Yalan söyle bana. Yıllar boyunca beklediğini söyle bana...") diyen cümlelerin geçtiği diyalogdaki aşkın da aynı zamanda...

Şarkıyı mutlaka dinleyin. Ve filmi (rastlarsanız) izleyin. Eğer yanılmıyorsam, ölmeden önce izlenmesi gereken filmler listesinde başlarda... Ben gözü açık gitmeyeceğim. Yarın ne olacağı belli olmaz, siz elinizi çabuk tutun.

12 Ağustos 2008 Salı

Alejandro González Iñárritu...Her filmine asıl damgayı basan adam!..


Inarritu'nun kendine özel, kimselere benzemeyen anlatımı ile özgün yönetmenlerin en başında geleni olduğunu kendi adıma rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir Inarritu filminde tek bir öykü izlediğinizi zannederken, aslında pek çok kısa film tadında farklı öykülerin birbirleriyle ilişkilendirilerek, bir potada büyük bir lezzetle ve olağanlıkla birleştirildiğine tanıklık ediyorsunuz.

Ve her Inarritu filminden çıktığınızda, kocaman bir dünyanın içindeki her bir farklı karakterin öyküsünü ayrı ayrı düşünürken, onların duyguları ve yaşadıkları üzerine sanki yaşamınız bir köşesindenmişler gibi sahici üzüntüler ve sevinçler duyarken buluyorsunuz kendinizi...

Ve herşey insana dair olduğu için; perdede akan her görüntü,kendi duygularınız, yaşadıklarınız ve tanıklık ettiklerinizle birlikte sizi daha da zenginleştiriyor.

Ve sanki her bir filmde oyuncuların adları ne olursa olsun,o adların hiç bir zaman filmin bütünlüğünün önüne geçemediğini,sokaktan çevrilmiş insanların yarattığı karakterlerin bile o ünlü oyuncuların büyük oyunculuklarıyla eş değer ölçüde içinizi acıtan ya da sevindiren bir sahicilikte olduğunu görüyorsunuz.

Ve Inarritu'nun kamerasının başka kimselere benzemeyen bir tarzda, ve ince bir fırlamalıkla sizi öykülerin içinde son derece vurucu ve gelenekselin dışında açılarla dolaştırdığına tanıklık ediyorsunuz. Ve onun filmlerinin çok eğlenerek,hiç oyuncu kaprisi barındırmadan, çok takım ve büyük bir coşkuyla ortaya konmuş kollektif ürünler olduğunu seziyorsunuz.

Her seferinde tüm bunları başaran; ve her filmine asıl damgayı basan adamın Alejandro González Iñárritu olduğunu biliyorsunuz.

Charlie Wilson'ın Savaşı...


Afganistan özelinde dünyada ne oluyor ne bitiyor üzerine meraklarınızı tetikleyecek!

Özellikle şu günlerde; Gürcistan, Rusya, Amerika arasındaki olayları daha iyi yorumlamanıza aracı olabilecek!

Kafalarınızda bu anlamda ışıklar yakacak!

Uluslararası siyasetin esas aktörlerinin iyi niyetleri nasıl kullandığını; dini inançlar, milliyetçilik ve özgürlük eksenlerinde insanları nasıl okşadığını, gaza getirdiğini, sonra da dize getirip oralarda kendi hedefleri doğrultusunda ve mecburiyetler ekseninde nasıl iktidarlar oluşturduğu noktasında cevaplar bulmanıza yardımcı olacak bir film Charlie Wilson'ın Savaşı...

Büyüklerin; yerel güçleri silahlandırma, askeri destek ve eğitim verme konusunda kendi çıkarları için uygun ölçekler kullanarak nasıl stratejiler yaratabildiği üzerine sert mesajlarını ironinin tatlı diliyle de verebilen film: Filler tepişir çimler ezilir cümlesini onaylarcasına, az gelişmişliğin asıl savaşanların piyonu olduğunu da göze sokuyor. Çıkar savaşlarının klasik iki yüzlülükleri, iç siyaset entrikaları, medyanın insanları manupule etmek adına nasıl kullanılabildiği üzerine güzel örnekler veriyor .

Özellikle Julia Roberts'ın canlandırdığı karakterin işlevine ve filmin son bölümlerine doğru Tom Hanks ile Philip Seymour Hoffman arasındaki diyalogda geçen cümlelere dikkat! O konuşmada, görevlerini yapan iyi niyetli çabalarla donanmış insanların aslında neye hizmet ettiklerinin hayal kırıklıklarını ve onları kullanan oligarşik yapının kirlenmişliğini göreceksiniz.

Tüm bu kirliliğin en anlaşılır ve çarpıcı anı şura belki: Göz önündeyken parlak nutuklar atan yönetenler için ülke adlarının, insanlarının öneminin olmadığına, onların dünyaya sadece ekonomik çıkarların kör gözleriyle baktığına, ülke adı gözetmeksizin benzer reçeteleri her yerde kullandığına ironik bir vurgu yapan: Kahramanımız Afganistan'daki yoksulluğu ve yoksunluğu görüp sözde özgürleştirme için Afganistan bütçesini yüzlerce kat artırmayı başarmışken; oradaki bir okulun yenilenmesi için savaşa harcanan paranın içinde lafı bile olmayacak bir miktar talep ettiğinde ''sanki Kabil'in milletvekili'' esprilerine maruz kalıp, kimse ''Pakistan'' için o parayı vermez ilgisizliğindeki yöneticinin sözcüğünü, Afganistan diyerek düzelttiği toplantıda. O toplantıdaki yüz ifadelerine ve diyaloglara dikkat !..

Aslında umurda olanın ne olduğunu sorgulatan, dünyada kirli savaşların temelindeki gerçeklikleri bir kez daha ortaya koymak adına mizahı da güzel kullanan, yakın çevremizdeki şekillenmenin ana amaçlarını anlamanıza katkı verecek, ha dedirtecek güzel bir film... İzleyin.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Bir İskelenin Uzağında...


İki evvel zaman önce bi sabahın en bi sabahında, güzelinden bir kış güneşi sancılar çekerken güne... Yığın yığın özlem ve anı yağdıran  zifirinden bi gök altında, bi bankın senli kalabalığında -ama kalabalıktan uzak- sen kokulu, bol dumanlı, uzak bakışlı saçsız yolculukta; konuşmasız, neşesiz, en çok da sırdaşsız müebbet günlerin hakedilmiş avuntusu muydu, düş müydü zaman ?

Havası coşkulu renklere çalan düş gibi bir ruhsal odada, ödül hapsinde miydim ben, yıl kadar?

Bi tutulma anı mıydı, bi kalabalık müzik içinde bi gülen düş müydü, bi güzel kadın mıydı zamanın bedenini deşen?

Ve herşeyin dili olan ama dilsizlikler doluluğunda bi bira bardağından dilsizliği delip geçen gözler; kendini seyre dalan bakışları egemenliğine alan sessizlikte, huzurlu ama, ama lımıydı?..

Pencerelerine yağmur çizgileri çizilmiş yalnızlığı kalabalıklaştıran, kalabalık içindeki iki kişilik ezgilerin 'bu denklik ne hoş' bisleri miydi; bi su gözesine yüzünü daldıran, bi çöl susuzluğuna ruhuyla dokunan, bi yazılmamış şarkının kokuları gibi tene?

Bırakın, uzun uzun dinleyeyim bir periskop derinliğinde...

"Saçlarının kokusunda yelkenlerim şişmiş, saçlarının melteminde güzel iklimlere, mavinin en bi maviden daha mavi, havanın en bi derin olduğu bi deniz ortasında, bi selvi altında, en bi memleketten türkülerin söylendiği bi bilinmez, ama düşde bilinir limana gideyim." dedim... ve özledim!


Not: Resim;Zerrin Tekindor'un -Gözümü Açarsam Günaha Gireriz-adlı akrilik çalışmasıdır.

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği...



Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği benim enlerimden başta gelenidir. Bir ideolojinin ortodoks tavrına; sorgulayan, eleştirel ve anarşist aklımın başkaldırdığı bir ilk gençlik döneminde, karakter özelliklerimin ruh ikiziydi sanki romanın kahramanı... İlk gençliğin öykünen tavrıyla bireyselleşen kimliğin başkaldırıları arasında çatışan ve gelişen bir ruhun yolunu ışıldatan bir kitap olmuştu benim için.

Ve Teraza: Geçmişte sevdiğim, gelecekte seveceğim hayatın iki önemli kadının resmedilmesiydi sanki. Juliette Binoche'yi bu filmle sevdim, onlara benzediği için...

İlk gençliğin meraklarıyla başlayan ve devam eden ilişkilerdeki önceliklerin duygularla tatlanmaya başladığı bir yükselme döneminde, bir bedeni sevmekle bir ruhu sevmek arasındaki farkın ayrıdına varma yolculuğundaki ruhuma, güzel olanın onunla uyanmak olduğunu hissettiren, ilişkiler üzerine bir beslenme sürecinde sorularımı netleştiren bir kitap da olmuştur aynı zamanda.

Hem siyaset sorgulamaları, hem de ilişkiler odağında, ihraç edilmiş totaliter bir ideolojinin anaforları ile yalnızlık, aşk, tutku, cinsellik üzerine doğru yorumlar yapan çok hoş bir kitaptır. Ve bu kitaptan yapılmış filmi kaçırmam da olası değildi elbette. İlk izlediğimde, sonra defalarca izlediğimde hep sevdim filmi.

Ve Juliette Binoche: Kırılgan, seven, kıskanan, naif görünüşün ardındaki cinsel kimliğiyle inandıklarının arkasında güçlü ve savaşcı duran Teraza karakterinde müthişti... Olağanüstü güzel bir kitaptan olağanüstü bir film yapmıştı Philip Kaufman. Bana filmi her izlediğimde, kitabı ilk okuduğum ruh halinde hayran hayran bakmak düştü .

Felsefi çıkarımlarla dolu, bitmekte olan insani değerler üzerine incelikli bir düşünme, aşk üzerine bir felsefe, empoze edilmek istenene bir başkaldırı, cinsellik üzerine sorgulamaları olan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği: Hem kitap, hem de film olarak benim aşkımdır. Ötesi yok!

10 Ağustos 2008 Pazar

Buz Diyarı... Globalizmin dayattıklarının dondurucu gerçekleri...

Yazı sevme nedenlerimden bir tanesi belki de en önemlisi, odalardan dışarı atmasıdır beni. Bir diğeri de her ne kadar filmleri sinemada izlemeyi sevsem de yazın güzel ve yıldızlı gecelerinde kendi yeraltıma sığınıp; sinema salonlarından, dolayısıyla üzerine para yatırılıp kar beklentileri hedefine kurulmuş, satabilmesi için insan algısına yön verecek pazarlama unsurlarının, sinemanın klişelerinin sonuna kadar kullanılmasıyla ortaya çıkan (Hollywood) filmlerinin samimiyetine duyduğum şüpheden kurtulmuş olmaktır.

Yaz benim için yıldızlı gök altında ve yazlık sinema keyfinde, ağaçların hışırtısı ve ağustos böcekleri eşliğinde, bağımsız ve farklı filmler izlemektir. Ve Hollywood sinemasının yaratığı gerçekliklerden sıyrılıp, hayatın samimi gerçeklikleriyle yüzleşme mevsimi, ruhuma detoks zamanıdır.

Kitapları, plakları, filmleri saklı yerlerinden kapaklarıyla kurduğum iletişimle satın almayı severim. Bu belki de popüler kültüre, popülizmin dayatmalarına bir başkaldırıdır. Ve onlar beni hiç yanıltmazlar!.. Buz Diyarı böyle bir seçimdi... Film boyunca filmle ilgili aklımdan geçen tek bir ifade vardı. Enfes!..

Uygarlık ve barbarlık arasındaki sosyolojik tanımlarda ortaya koyulan referanslar hep insan odaklıdır. Bir kıyımı, öldürmeyi, ölmeyi ifade eder. Ve barbar: Yaşam ve ölüme -hayvani- bir içgüdüyle yaklaşır. Kendi yaşamını sürdürmek için kolaylıkla öldürür. Bu film global köy denen yeni dünya düzenini, kapitalizmi, adına uygarlık denen gelişmeyi hepimize hükmeden tekil -barbar- bir varlık olarak tanımlarken; sırtlarımızı, hayallerimizi, kendi yarattığı özlemlerimizi sıvazlayarak aslında bizi tüketen yüzünü bütün çıplaklığı ile ortaya koyuyor. Sistemin, yaşamakta olduğumuz çağın ''pornografisini'', hiç birimizin: ''Hayır! Bu; hayatın içinde yok,'' diyemeyeceğimiz gerçekliklerle bir bir önümüze seriyor.

Finlandiya özelinde, Avrupa Birliği'nin ana simgesi euro üzerinden genelde paraya, kirlenmenin ve yok oluşun simgeleri olarak göndermeler yaparken bu global sistemin, aslında referansı (marksizm olan) sosyal demokrat Finlandiya'nın hayatını nasıl sarstığını, insanlar odağında tüketim simgeleriyle de anlatıyor.

Bütün bunları, Kuzey Avrupa'nın soğuğunun aksine sinemasının sıcacık, gerçekçi üslubuyla hayatlar ve aileler üzerinden yapıyor. Müthiş bir kurgu, kesişen yollar, enfes diyaloglar, derin bir felsefe, sürekli merakı ayakta tutan bir ritimle olağanüstü ''insan bir film'' sunuyor bizlere...

Eğer bu yazıyı oluşturan cümlelerde size yakın ifadeler bulduysanız, sisteme karşı yeraltılarınız varsa bu, filmi de çok seveceksiniz demektir! O halde; içinde ''insan'' olan enfes bir sinema örneğine hazır olun. İyi seyirler.

Hotel Rwanda'nın Hatırlattıkları...


Bir mışlı ülkede; daha bıyıkları aşklara terlememiş, hayalleri henüz duvarlara çarpıp un ufak olmamış pırıl pırıl öğrencilerken, ergen yaşların ele avuca sığmaz heyecanlarını kenar mahallelerdeki, fabrikalardaki, tarlalardaki yoksulluğa harcamış gençler varmış. Yine bu mışlı ülkede, kendileriyle aynı yaşta ama farklı görüşteki akranları tarafından sıkıştırıldıkları okul duvarlarında demirlerle, tekme ve yumruklarla kafaları parçalanarak, bazen adres sormayan kurşunlara hedef olarak ölüme gitmiş arkadaşlar varmış. Bu çocukların bir kısmı, önce farklı görüşleri yüzünden birbirine düşürülmüş. Sonra, siz suçlusunuz denilerek sadist bir keyifle aynı koğuşlara konulup, orada birbirlerini yemeleri iştenmiş. O koğuşlardaki kaçınılmaz kavgalar sonucu huzuru bozansınız diye cezaevlerinin işkence odalarında en aşağılayıcı küfürler eşliğinde ıslatıla ıslatıla dövülmüşler. Kanlarına tuzlar basılmış.

O mışlı ülkenin büyük şehirlerinin, küçük şehirlerinin, küçük büyük kasabalarının, büyük küçük karakollarının küçük odalarında birileri; eşleri, kız kardeşleri, nişanlıları yan masalara yatırılmış bir ahlaksızlıkla sorgulanmışlar. Filistin askılarından taze taze suçlar giydirilmiş cılız cılız bedenlerine... Mışlı ülkenin mışlı hapishanelerinde, gecenin uykuda bir vaktinde, bayram tatiline yetişeyim keyfindeki soruşturucular tarafından adam yerine konmaz ifadeler alınmış.

Bu mışlı ülkede, içlerindeki ülke aşkının genç heyecanları kullanılarak kurşun attırılmış, dernek başkanlarının kişisel alacaklarının tahsili için karşıt görüşlü oldukları söylenen borçlularının katili olmaya gönderilmiş gençler de varmış. Mışlı ülkenin mışlı gençleri birbirinin gırtlağına sarılırken, yıllar sonra aynı acıları çekip günlük hayatlarına döndüklerinde hikayelerinin ne kadar benzer olduğunu fark etmişler. Mışlı ülkenin mışlı gençleri, yazdıkları metinleri miting alanlarında sahiplenip hava atan ego hevesli bazı abilerin üç beş cümlelik, klişeden öte gitmeyen ideolojik ahlakının: Aslında masalara gencecik kızları yatıran işkencecilerden pek de farkı olmadığını görmüşler .

Ve o ülkede her seferinde, saf kalplerinin çıkarsız inanmışlığıyla ezilenler için başkaldıranlar ölmüş. Kötüler, ceplerini paralarla dolduran bir satılmışlık sergilerken, bedenlerinin bir parçasını işkencede bırakanlar da nedense hep masumlarmış!

Ve birileri o ülkede, önce insanların siyasal ayrılıklarını körükleyip, sonra, etnik ve inanç farklılıklarının üzerine benzinler döküp kıyımlar yaptırmışlar. Kapıları bir gecede işaretlenip, mışlı kentlerde evleri cayır cayır yakılıp kafalarına kurşun sıkılanlar da o ülkedeymiş. O ülkede, insanlar parmaklarla işaret edilip katil kurşunlara, bombalara adres yapılmışlar. O ülkede mahalleler, sokaklar, okullar, ayrıştırılmış. O ülkede, bizden olmayan okulda okuyorlar diye, bizden olmayan mahallede oturuyorlar diye, bizim okuduğumuz gazeteyi okumuyorlar diye, bizim dinlediğimiz şarkıcıyı dinlemiyorlar diye damgalar basılıp ölümcül cezalar kesilmiş gencecik bedenlere...

Sonra günlerden bir gün birileri birilerine, alın bu ülkenin yönetimi sizin demiş . O birileri o mışlı ülkenin mışlı halkının hafızalarını silmiş. Mış tarihinden sonra doğanların hafızalarına yeni programlar yüklemiş. Ellerine yeni oyuncaklar tutuşturup; ''Düşünmeyin! Biz sizin yerinize düşünürüz,'' demiş.

Yani arkadaşlar Hotel Rwanda'yı izleyin! Ve tarihinin utançlarını halı altlarına süpürenlerin yönettiği bu mışlı ülkede, size unutturulmuş yakın tarihli bir dönemde olanların benzerlerini bu filmde görün. Ve düşünün!

Ve etrafınızdaki insanları dilleri, dinleri, etnik yapılarıyla görmeyin, insan oldukları için sevin; işaretlemeyin! Çünkü birileri fena halde onu yapmanızı istiyor sizden; sizi yok etmek için. Siz istemeyin ! Bazılarının, sanki bu toprakların insanı değilmiş gibi; özüne sözüne, şarkısına türküsüne, taşına toprağına, yazanına çizenine, yemesine içmesine, diline ninnisine yabancılaştığı ''Bu güzel ülkeyi tutkuyla sevin''

9 Ağustos 2008 Cumartesi

Karpuz Kabuğundan Gemi Yapmak...


Işıklar sönüyor, iki film birbirine karışıyor...

Sıcağın sessizliğinde bir kasabadayız. Kavurucu yazın, iş saatleri yalnızlığındaki sokaklarında..

Köşe başında, esnaf bezginliğindeki karpuzcuyla, karpuz kabuğundan gemi yapma hevesindeki çırağı.

Siyah saçları zülfünde bir kız; henüz görmedik!

Berbere teslim edilmiş, kendini beğendirme saçlarının telaşında bir çocuk; cebinde sevgiliye aynası ve tarağı ile...

Şimdi! Akıp giden ağaçlara ve zamana yolcu bir tren kompartımanında, eski kenti kaydedecek bir kamera dağlardan yol bulup akan kışın ırmaklarını izliyor. Çocuk, karpuz kabuğunda yürüyor; hapsolmuş aşkın ilan edilmemiş yüküyle; uzak fotoğraf kareleri gibi sessiz!

Bir arkadaş: Söylenmemişi, söylenemeyeni kusma niyetine telaşlı, gemileri ortak!

Ön kompartımanda, meraklı yanakları al al, utangaç gülüşlü çocuklar. Saçları kırık aynada ıslanıp, siyah saçlı kıza şekillenmiş çocuk, ortağı ve diğer ortağı ki sevdasını göremedi diye karpuz kabuğundan perdede, hayallerine kıyamayıp hayallere kıydı; "deliydi". Gizlerinin telaşında, yalanların siperindeler.

Bir istasyondayız. Bir kadın bindi, badem gözlü, elinde pazar yeri gofretleri. Çocuk; sıcağın duvar dibinde, elinde çay. Siyah saçlı kız göz ucunda. Kızsa derinlerin reddedişinde bir beğenmezlikle pencereye saklanmış bakışın tülünde.  Teneke saksıda pembe çiçekler...

Şiirin hareket memuru ki az önce gişede biletçiydi, ondan önce müdür odasında istasyon müdürü, şimdi kırmızı yeşil tabelasıyla başında lacivert şapkası, uğurlar olsuna çalacak düdüğü ve yalnızlaşacak az sonraya.

Oysa akşam memurlarını çağırmıştı yalnızlığa! Geç vakitte sığıvermişlerdi bir odaya tek kişilik bir kalabalıkla... Yürüsene be adam! Hadi yürü öfkesinde, saniyede yirmi dört kareye dönüyor kollarımız. Dışarıda esen rüzgâra uzatamadan kafamızı, o treni yalayıp geçiyor sürekli; serinini camlardan koridora bırakarak.

Karşı yamaçta bir adam takılıyor kayıda, belli ki telaşları çocuklarına.. istasyonda binen kadının çantasında çarşının ekmek kokusu.. Karanlığın mumunda makinenin hayali.. Dışarıda mayıs dirilişi, rayların kenarında öbekler, beyaz yakalı köy yüzlü maviler. Senaryolar yazıyoruz karpuz kabuğuna!

Ön gruptan bir çocuk, çekingen bir hevesle soruyor, "TRT' den misiniz?"  Bir önyargının anlık ele geçirmesi, sonraya pişman bir cevap veriyor; ardında utanmanın sevecenliğini yeşerterek. Siyah saçlı kız, derinlerin öfkesinde koyuyor mektubu yüreğinin derinine ve kendi izbesinde çarpan bir nefesle okuyor sığınmış her satırın yalnızlığını...

Gelecek bir zamanda, bir filmin jeneriğinde adı okunacak -ön kompartımandan gelen- çocuk, "Senaryolar yazıyorum, kasaba gazetesine de yazılar," diyor! Sohbet koyu ve bir kamera dokunulacak kadar yakın şimdi. Genç adam çocuğa dokundu! Hayalleri hayal olmaktan çıksın diye... Siyah saçlı kızdan ses yok, yürekte merakın kaygısı... "Üstünü ört," diyor, suratındaki tokatın kızarıklığını örten çocuk. "Sen ünlü bir yönetmen olduğunda kızlar gani." Kaç gani o yüreğe örtü ki?

Meraklı yanakları al çocuk, yeni senaryolara iniyor, sıcak simit kokulu istasyonda...

Filmde kanter içinde bir öfkedeyiz; anasını sattığımın adamı yürüsün ışığın vurduğu perdede diye...

Kampanalarda istasyon sesi... Badem gözlü kadın iniyor: gofretlerle ve çarşı kokan ekmeklerle... Yamaçtaki adam uzanıyor güleç bir minnetle, elindeki torbalarla  pazara satılmış süt bidonlarına, bi de çocuklarının anasına... Düdük duyuluyor. Ağır bir gıcırtıyla hareket eden tren yalnızlığı bırakırken arkasında, kadınla adama köy yüzlü bir kurbağa katılıyor; terli önlüğünün oyuna karışmış tozuyla.

Tren uzaklaştıkça hızlanıyor... Onlar, tren uzaklaştıkça yaklaşıyorlar... "Kumlara uzanalım." diyor, arkadaşının aşkına ulak olan çocuk. Karpuz kabuğundan bir deniz, sıvanmış paçalara yan gelip yatılmış bir kumsal, kapıdan giren ışık hüzmesinde bir genç adam. Hediye paketinde çikolata... Karpuz kabuğundan gemi yaptım! der gibi.. dedi! Bir anne, bir baba, bir çocuk evlerinin huzuruna yürüyorlar sırtlarında e(K)mekleri.. "Size" diyor, "Teşekkür." diyor, "O trende.." diyor... "Karşılaşmasaydık" diyor... diyor... diyor! İki damla yaş yerinde duramıyor. Eski kente bir kaçış, bir hayata dokunuyor. Bir hayat, hayata akıyor, on evvel zaman önce...

Not:''Yazıda kastedilen şiir: Ö.Asaf'ın -kalın istasyonu-adlı şiiridir...''

3 Ağustos 2008 Pazar

Dönüş(Volver)...Geri Dönüşün ve Yüzleşmenin Filmi !





Dönüş bir kadın filmi belki; genel olarak öyle nitelendi en azından!.. Oysa Dönüş: İspanya örneğinden yola çıkarak feodal geçmişe sahip erkek egemen tüm ülkelerde yaşanan saklı, üzeri örtülen, yok sayılan, anlatılamayan çok önemli ve evrensel bir kadın sorununu; trajedi yaratmadan, duygu sömürüsüne başvurmadan yumuşak ve çok renkli bir dille anlatmayı başaran; özellikle, erkeklerin kadını ve dünyasını anlamalarına katkı yapabilecek çok güzel ve özel bir film.

Belki her akşam bir ücrada benzer bir olayın yaşandığı; abilerin, amcaların, dayıların, babaların usulca yeğenlerinin, çocuklarının koyunlarına girdiği, onları türlü türlü yalanlarla ya da tehditle korkutarak kendi çirkin emellerine, arzularına yenik düşürdüğü taciz ettiği bir ülkede, bu filme özellikle kadınların bu kadar uzak ve sessiz kalmış olması, toplumsal duyarlılığımızın ve bilincimizin nerelerde gezdiğinin de bir göstergesi...

Dönüş bu ülkede yaşayan hepimiz için, ülkemizin bir çok yerinde yaşanan kadın intiharlarının, töre cinayetlerinin niyelerinden birinin, belki de en önemlisinin bir örneği.

Almodovar önemli bir yarayı ortaya koymanın yanısıra, geri dönüşlere dayalı yüzleşmelerin egemen olduğu bir öyküyü anlatırken; üstlenmeler, meraklar, dedikodular, yaşam koşuşturmaları, batıl inançlar, dayanışmalar ve dostluklarla boyuyor filmini... Ve bu filmde tüm bu yıkımların sebebi olup üzerlerine leke bulaşmayan (yaptıkları elinin kirinden öte gitmeyen, kuyruk sallanmasaydıya referanslanan) erkekler, cenaze evinin kapısında tertemiz takım elbiseleriyle lekesiz ve şık resmediliyorlar!..

Filmi izleyin! Eğer daha önce izleyip de bir şey bulamadıysanız, bu göstergeler çerçevesinde bir kez daha izleyin. Televizyonlarda gün boyu kadınlara sunulanların perde arkasındaki samimiyetsizliğe yapılmış şık bir eleştiriye, ve bir kadının dik duruşuna vurguya dikkat edin!.. En önemlisi bu filmdeki kadınların iki kuşaktır dile getirmeye çekindikleri ''tabularının (!)'' yarattığı hüzünden nasıl sıyrılıp, yaşadıkları travmanın üstesinden nasıl (sevgiyle ve dayanışarak) geldiklerini görün...

Sağlam öyküsünün yanısıra, sinemasal nitelikleri açısından son derece renkli, sizi yavaş yavaş içine çekip bir yandan tebessüm ettirirken sürekli meraklarınızı yükseltip düşündürten, eski Türk filmleri tadındaki ''Almodovar kırmızısı'' Dönüş: İnce mizahı, küçük insan öyküleri, hoş şarkılarıyla sıcacık, duygu yüklü çok güzel bir sinema örneği de aynı zamanda...

Bir ''film'' ve iyi oyuncular izledim demek için: İzleyin!




Yönetmen :Pedro Almodóvar

Senaryo :Pedro Almodóvar

Oyuncular :Penélope Cruz, Carmen Maura, Lola Duenas, Blanca Portillo, Yohana Cobo,

Tür :Dram / Komedi

İLETİŞİM İÇİN

laparagas@gmail.com

KATKIDA BULUNANLAR

Blogdaki yazıların tüm hakları La Paragas yazarlarına aittir.
Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

  © Blogger templates Newspaper by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP